Bazı yazarlar vardır ki çağdaşları birbirinin aynı hale gelmiş tarzda yazılar kaleme alırken eseriyle bir farklılık yaratır. Kendi zamanında bazen yeterince anlaşılmazken çağının ötesine geçip bir çok kişiye ilham olur. Türk edebiyatında böyle kelamlar edildi mi akla hiç kuşkusuz ilk olarak Oğuz Atay'ın başyapıtı Tutunamayanlar gelir. Çünkü kitap aynı anda içine tiyatro, şiir ve düz yazı sokulmuş, bir çok alegori ile renklendirilmiş, hiç görülmemiş alaycı bir üslupla acı olaylar anlatılmıştır. Ayrıca pek çok eserden beslenen, onlara göndermeler taşıyan kendince ağırlığı olan bir kitaptır. Absürtlüğü ve farklı anlatımıyla devrinin yazarları tarafından dışlanmıştır. Yayınevleri kitabını basmada türlü güçlükler çıkarmıştır. Devrinde de pek az kabul görebilmiştir. Fakat sonra bugün internet furyasıyla birlikte eski şairlerin, edebiyatçıların ve filozofların özlü sözlerinin, kitap alıntılarının birbiri ardına paylaşıldığı günlerde yeniden keşfedildi. Kitaptan alıntılara herkes hayran kaldı ve gidip alıp okumaya çalıştı ama bu herkesin yapabileceği bir iş de değildi. O kitabı herkesin görmesi, belli noktaları yakalayabilmesi için ön şart bir parça tutunamayan olmaktır. İnsan vardır devrinin içinde, gönül işleri hayat koşuşturmacası derken hiçbir karanlığı görmeden, çok fazla kafa yormadan cahil ama mutlu yaşar gider. İnsan vardır gerçeklik hastalığı olarak sıkça bahsettiğim bu dünyanın acılarına vakıftır, diğerlerinin yakaladığı şeyleri yakalayamaz, yakalasa da keyif alamaz. Kendini bir kalıba sokamaz, giriştiği hiçbir işte, hiçbir hedefinde tutunamaz.
Veba kitabını anlatırken bahsettiğim gibi kitabı anlamak için yazarla, yaşadıklarıyla, hisleriyle bağ kurmak gerekir. Bunun yanında yazar da başka yazarların yaşamlarıyla, eserleriyle bağ kurmuş ve kitaplarında bunlara da göndermeler yapmıştır ki Cervantes'in Don Kişot'u bunun en önde olanı kuşkusuz. Kendisi de demiştir.
Veba kitabını anlatırken bahsettiğim gibi kitabı anlamak için yazarla, yaşadıklarıyla, hisleriyle bağ kurmak gerekir. Bunun yanında yazar da başka yazarların yaşamlarıyla, eserleriyle bağ kurmuş ve kitaplarında bunlara da göndermeler yapmıştır ki Cervantes'in Don Kişot'u bunun en önde olanı kuşkusuz. Kendisi de demiştir.
“Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot’a benzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: ben kendimi Don Kişot sanıyorum."
Buradaki ince farkı görebiliyor musunuz? Don Kişot'u okuyup onun gibi hayaller kurmayı, onun deliliğini paylaşmayı ve bu yolla bir şeylere tutunmayı denemiş birini anlatıyor burada. Eseri kötü bir çeviriden pek de yarım yamalak anlayarak ilkokul ikinci sınıfta -evet azmedip kalın bir kitap okumaya giriştiğim ilk seferimdi- okuduğum günleri hatırlıyorum sonra benim de kafamda fantastik dünyalar yaratmaya karar verişimin Don Kişot ile başladığını, elime söğüt ağacı alıp koşturan bir çocuğa dönüştürüverdiğini hatırlıyorum. Doğrudan Don Kişot'a dönüşmek ve gerçeklikten kopup hayali Olric'e sarılarak ona akıtmak dertlerini... Derdinizi bir kediye bile anlatsanız hayvan suratınıza şöyle bir bakar sonra uykusunu kaçırıyorsunuz diye sizden uzaklaşır ama hayaller siz istemedikçe gitmeyen dostlar olmuştur.
Türk edebiyatında böyle özgün çağını atlamış bir yapıt aradığımda bulduğum en eskisi Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Türk toplumunun yaşadığı değişimleri ve karakterini fazlasıyla sembolik ve bir o kadar farklı bir hikaye ile anlatmak istemesiyle ortaya Saatleri Ayarlama Enstitüsü çıkıyor. Yakın dönemde yabancı dillere çevrilen ve yurtdışında da çok tutan kitap karakterin zaman üzerine felsefik söylemleriyle başlıyor. Daha sonra olayların akışı içinde göreceğimiz önemli kişilerden de ufak ufak bahsedildiği bu kısım benim için kitabın en güzel yeri oldu.
"En iyisi düşünmemekti. Kaçmaktı. Kendi içime kaçmak. Fakat bir içim var mıydı?Hatta ben var mıydım? Ben dediğim şey; bir yığın ihtiyaç, azap ve korku idi."
Bu sözlerinden anlaşılacağı üzere Hayrı İrdal Tutunamayan bir adamdır. Gerçeklik hastalığına kapılmıştır. Tüm dünya üzerine kağıttan kuleler gibi yıkılmaktadır. Birbirinden farklı karikatüristik tipler yaratmıştır kitapta. Her birinin başka başka eğlenceli hayatları vardır. İçinde absürtlükler taşır ama sıvasını kazıdığımızda altından memleketimizin manzarası sırıtır. Eserde neler yoktur ki, batılılaşma serüvenleri, devrin ve bugünün pek de değişmeyen Türk entel kafası, kadınlar ve hatta hürriyet. Evet bu sonuncusu hakkında buraya bir alıntı iliştirmek istiyorum.
"Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıttıyla beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan bir nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık. Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, "Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!" diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım. Nihayet şu kanaate vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı'nın sevdiği kelime ile söyleyeyim, nasıl olsa beni artık ayıplayamaz, kendine ait bir lügati kullandığım için benimle alay edemez!- bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume, resmi nutuklarda adının anılması kafi geliyor."
O kadar çok şey söylenir ki bunun üzerine ve her biri öyle sönük kalır ki yanında... Daha iyi anlatılamazdı diyerek susuyorum sadece ve yeni çağda benzeri bir alegoriyi kitaplarına sokmuş bir yazardan bahsediyorum son olarak. İhsan Oktay Anar'ın artık çizgi romanı, özel basım ciltli kitabı ile herkesin kitaplığına sokulmuş bir kitabı Puslu Kıtalar Atlası elbette sözünü edeceğim. Kitap bir kere eski dilin unutulmaya yüz tuttuğu şu günlerde, sanki o zamandan çıkıp gelmişcesine eski dili kullanıyor ısrarla ve devrinden bu yolla ayrılıyor. Aynı zamanda anlattığı Tanpınar'ınkilerinki gibi karikatüristik tipleri ve alegorik anlatımlar barındıran büyülü, bir parça absürt, bol bol parodi barındıran hikayesi ile apayrı bir taht kuruyor okuyucunun gözünde.
3'ÜNÜ de okudum ve sevmedim. Acaba ben tutananlardan mıyım:)
YanıtlaSilKitapları okumanın doğru yeri ve zamanı vardır. Siz onu tutturamamışsınız belki de. Başka bir zaman bir şans daha verebilirsiniz. Çünkü her okunuşta anlam kazanan kitaplar bunlar.
SilÜç kitabı da okuyup üstüne haftalarca muhabbet edebileceğim insanların var olmasına sevindim. Ayrıca bu kitapları sevip sevmemek değil mesele, bu kitaplar gerçekliği gösterdiği için yayınlandıkları dönemde sevilmediler. Fakar şu anda gerçek oldukları için mi seviliyorlar, yoksa popüler-kültürün marjinalleşmeye çalışmasıyla mı gün yüzüne çıktılar bilmiyorum. Sanırım tek takıldığım nokta bu ve zaten sende buna yazında değinmişssin. Ellerine sağlık.
YanıtlaSilMarjinalleşmeye çalışan entel güruhu ve internet niyetçiliği en büyük etken. Ama olsun, bu sayede kitaplar basılmaya devam ediyor ve birilerine ulaşıyor. Bu tip kitaplar anlayan çıkar da içindeki mesajı görür diye denize bırakılmış notlar gibi. Dilden dile elden ele dolandıkça arada mektubun asıl sahiplerini de buluyor. Onlardan olabiliyorsak ne mutlu.
Sil