8 Mart 2016 Salı

Kadınsız Erkekler - Haruki Murakami / Kadınlar ve 8 Mart

Bir gün sen de kadınsız erkeklerden olacaksın. O gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan; kapını çalmadan, hiç beklemediğin bir anda seni bulacak. Bir köşeyi döndüğünde, aslında çoktan oraya varmış olduğunu anlayacaksın. Geriye dönmek mümkün olmayacak. O köşeyi bir kez dönünce, orası artık senin için mümkün olan tek dünya olacak. O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın.

Kadınlar... İntiharların ve cinayetlerin bir çoğunun sebebi erkeklerin kadınlarla olan bu çarpık ilişkileridir kuşkusuz. Erkekler bir kadına olan tutkuyu dostluklarının, hatta ailesinin önüne koyabilirler. Zaten aile temeli üzerine kurulu toplumlarda kitaplardaki o bitmeyen dostlukları bulmak zor olduğundan karşı cinsle kurulacak bir ailenin zorunlu sürekliliği aranır. Çok kolay kapılırlar, doğa onları güçlü kaslı yaratsa da bir kadının çekimine karşı acizdirler. Arka kapaktan bu alıntı kitaba adını da veren son hikayeye ait ve kitabın genelini özetleyen bir son söz cümlesi gibi. Murakami kadınların gizemli doğalarıyla fazlasıyla ilgili bir yazar.  Bu kitap bir kadının erkeğin yaşamına nasıl dokunduğu ve gün gelip gittiğinde geride nasıl bıraktığı üzerine yedi öyküden oluşuyor. Murakami'nin 1Q84 ve daha bir çok kitabında olduğu gibi kadınlar hikayelerin merkezinde.


İlk öyküde aldatılmış bir erkek var. Karısını gerçekten çok seven, aldatıldığını öğrenmesine rağmen ona ne kızan ne de bırakan karısının kanserden ölümüne kadar da onunla evli kalan bir erkek. Karakterin tek anlamak istediği neden aldattığı. Bunun için kendisini aldattığını bildiği dört erkekten biriyle dost olup içten içe acı çekse de ondan karısını dinliyor. Sonra başta kızdığı bu adamın karısına bağlanıp sonra da bırakılan başka bir kurban olduğunu görüyor. Cevabı beraber arar oldukları bir noktada adama olan içindeki nefreti de sönüyor. Hikayede buna dair Sherlock tarzı bir çözüm beklemeyin çünkü net bir çözüm yerine ölümle birlikte yitip giden bir sır var ortada. 

''Kadınların ne düşündüğünü bütünüyle anlamamız imkansızdır, değil mi? Kastettiğim buydu. Karşınızdaki nasıl bir kadın olursa olsun, bu değişmez. Bu yüzden kör nokta sadece sizde mi vardır diye soracak olursanız, bence öyle değil. Eğer bu bir kör nokta ise, biz hepimiz aynı kör noktayla yaşamaktayız. ''

Kadınlar konusunda ahkam kesenlerin fix cümleleridir bunlar. Ama asıl soru bir insanın ne kadar tanınabileceği? İçine doğduğumuz ailemizi bile tam olarak tanımazken hayatımıza bir yabancı giriyor ve onunla bir aile oluyoruz. Aynı evi, odayı, yatağı paylaşıyoruz. İki farklı doğa, farklı alışkanlıklar, farklı görüşler, gelecek hakkında bambaşka planlar ve giderek artan büyük sorumluluklar. Bir de üzerine cicim ayları bitene kadar herkesin aslında rol yaptığı düşünülürse çoğu ilişkinin karmaşık bir hal alması kaçınılmaz. Yine de erkekler için hayatlarında bir kadın ekmek gibi su gibi bir ihtiyaç olmuştur yokluğunda doldurulamaz bir boşluk bırakır. Belki de kadını öldürecek kadar saplantılı hale gelmiş erkekler bu boşlukla yaşayamayacak kadar aciz olduğundan böyledirler. İkinci öyküde karakter o boşluğu şöyle anlatıyor.

Yirmi yaşımdaki halime dönüp baktığımda hatırladığım ölesiye bir tek başınalık duygusu aşırı bir yalnızlık hissiydi. Ne bedenimi ve yüreğimi ısıtacak bir sevgilim ne de içimi dökebilecek bir arkadaşım vardı. Bir günü ne yaparak geçirmem gerektiğini bilmiyordum. Geleceğimle ilgili şekillenmiş bir vizyonum da yoktu. Kendi içimde bir yerlere hapsolmuş gibiydim. Bir hafta boyunca kimseyle konuşmadığım bile oluyordu. Bu durum bir yıl sürdü. Uzun bir yıldı.

Erkeklerin literatüründe çoğu zaman yalnızlık kadınsızlıkla eş anlamlı gibi kullanılır. Hem cinslerle o kitaplardaki bitmeyen sıkı dostlukların giderek homofobik bir hal aldığı, bir kadınla şöyle bir oturduğumuzda ise yakıştırılmaya başladığımız bir garip dünyada yaşıyor olmamızın bunda etkisi büyük. Bu açıdan kadınların birbirleriyle daha paylaşımcı daha yakın olabilmelerini bir parça kıskanmışımdır. Her ne kadar bunun içinde güzellik yarışından, üstü kapalı laf sokma ve dedikodularla süren gizli bir savaş da bulunuyor olsa da. 

Kitapta en ilginç bulduğum hikaye ise bir erkeği takıntı haline getirmiş bir kız üzerineydi. Bizim edebiyatımızda çok az yer bulmuş bir konudur bu. Kanal D'nin son dönem dizilerinden Hayat Şarkısı bir erkeğe takıntısı yüzünden ailesini ve her şeyi harcayan bir kadını anlatıyor. Bizim için özgün sayılabilecek bu konu Japon anime konseptinde yıllardır var ve bunu özel bir isimle tanımlamışlar. Yandere... Saplantılı erkeklerin eşini sevgilisini ya da ilişkisinin bile olmadığı kadınların kendilerine olmasa hayatlarına tecavüz ettiği, ileri durumlarda öldürdüğü ya da şiddet kullanarak daha beter duruma getirdiği bir çok hikayeyi elbette biliyoruz. Yandereler bunun bir kız halleridir işte. Mirai Nikki'nin Yuno'su erkeği için tüm dünyayı yok oluşa sürükleyebilir ve bunu diğerlerini hiç umursamadan yapar. Bazı yandereler umdukları aşkı bulamayınca ölümle ona sahip olmaya bile çalışabilirler. Öykünün kahramanı bu kadar ileri gitmiyor neyse ki. Kralkatili Güncesi'ni anlatırken Auri'den bahsetmiştim. Bir kişi dışında hiçbir tanıdığı olmayan Auri'nin tutunabildiği tek bağsa ondan aldığı ve ona verdiği şeylerdi. Sessizliğin Müziği kitabında bu küçük takasa ne kadar büyük anlamlar yüklediğini net bir şekilde görüyorsunuz. İşte öykünün kahramanı da böyle biri. Aşık olduğu erkeğin evine girip ondan ufak şeyler çalıyor ve yerine odaya kendine özel bir şeyler gizliyor. Kadın tamponları, saç telleri... Bu şeyler aralarında gizli bir bağ kuruyor. Ayrı olsalar da birbirlerinin hayatlarında olmalarını sağlıyor. Bu bana aynı zamanda Kiseijuu : Sei no Kakuritsu hikayesindeki Kana'yı hatırlattı. O da aldığı bir saç telini varlığını hep yanında hissedebilmek için parmağına sarmıştı.

Bir gün herkesin gerçek sevgiyi bulması ve kadınların artık şiddet ve ölüm haberleriyle anılmaması dileğiyle kadınlar gününüz kutlu olsun. Bugün benim için çok manidar çünkü ilk yazımı da bugün yazmıştım geçen yıl. İthaki tarafından yeniden basılacak olan Kara Elf üçlemesinde kadınların egemen olduğu bir toplumda işlerin ters yüz edilip erkeklerin nasıl ezildiğini anlatmıştım. İyi bir fantastik maceranın başlangıcı olmasının yanında  empati kurmak adına da güzel bir seriydi ve okumayanlara kesinlikle öneriyorum. Ayrıca burada bir etkinlikten de bahsetmek istiyorum. Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin düzenlediği etkinlik hapishanede kader mahkumu olan kadınlara gönderilmek üzere kitap toplama kampanyası. Her kadın bir anne, bir sonraki neslin yetiştiricisidir. Bu yüzden onların topluma kazandırılması çok daha önemli bir misyon. Ellerinden tutmak için ufak bir şans olabilir bu.

6 yorum:

  1. Okuduğum en güzel 8 mart yazısı oldu, eline sağlık.

    Seninle tanışmış olmayı isterdim, konuşacak çok şeyin var gibi duruyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İtiraf etmek gerekirse yazmakta konuşmaktan hep daha iyi olmuşumdur. Zaten bu yüzden kitap blogları youtube'a taşınırken hala burada kaldım. Ama ben de çevremde daha fazla benim kafamdan, kitap dostu insanların olmasını dilerdim evet.

      Sil
    2. İyi ki bloglar var o zaman :) Yazmaya devam.

      Sil
  2. İlginç bir kitap.Özellikle Türkiye gibi bir ülkede çok okunması lazım.
    Bloğa başlamanızın yıl dönümünü kutlarım.
    Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin "mahkum" kadınlar için kitap toplama kampanyası ne güzel bir şey.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Dün öğrendim etkinliği ve gerçekten çok anlamlı buldum. Uygun bir şeyler bulursam katkıda bulunmak istiyorum.

      Sil
  3. Bu kitabı ve Hayalet Program Daemon olanı not aldım defterime ilgimi çekti ben de alıp okuyacağım :)

    YanıtlaSil