Bundan 95 yıl önce bugün İstiklal Marşı yazıldı. O günlerde vatan işgal altındaydı. Yokluktan varlık yaratılarak destansı bir savaş başlatılmıştı. İnönü Muharebeleri zamanıydı ve direniş için milli bir ruh oluşturmak çok önemliydi. Çünkü planlar ne kadar dahice yapılırsa yapılsın insanlar piyon değildir, inançlarını kaybederlerse bir kere hiç bir şey fayda etmez o savaş kaybedilir. Kapıdaki Düşman filminde Alman ordularının üstün gücü karşısında giderek güçsüz duruma düşen Ruslar hem halka hem askere moral olması için bir kahraman yaratmaya karar vermişti. Bir çok yazar ve şair kahramanlık hikayeleri ve duygulu şiirlerini bu dönemde yazdılar. Birinci Dünya Savaşı'ndaki tek gururumuz Çanakkale anlatıldı. Seyit Onbaşı gibi nice kahramanın hikayeleri bir parça da abartı katılarak anlatıldı. O kahramanların çabaları boşa çıkmamalıydı. Çanakkale Geçilmez denilmişti ve bugün masa başında aynı toprakların kaybedilmesine izin verilmemeliydi. Şiirler yazıldı, vatanın önemine bayrağa dair. Öyle coşturucu bir ruhu vardı ki bunların hala okusanız tüyleriniz diken diken olur. Ancak milletin daha yüce bir şeye ihtiyacı vardı. Dilden dile nesilden nesile dolaşacak yeni bir marşa. Durum hayatiydi, eğer bir anlık moral kaybı olursa umutsuzluk çukuruna bir kez düşülürse vatan bir daha geri alınmamak üzere kaybedilebilirdi. Bu propaganda sürecinin son ve en etkili hamlesi olarak düşünülen İstiklal Marşı için bir yarışma düzenlendi. Her biri şaheser bir çok şiir başvurdu ama hiçbir şiir aranan o ruh için yeterli bulunamadı. Bunu gerçekten yapabilecek belki de tek kişi ise işin içine para girmesinden hoşlanmayarak yarışmaya katılmadı önce ama sonra vatan için kabul etti yazmayı. Bitirdiğinde ise "Allah tekrar İstiklal Marşı yazdırmasın" diyebildi. Önce Osmanlı ezgileriyle sonra da modern şekilde bestelenen marşımız bugünlere kadar ulaştı. Halk üzerinde beklenen etkiyi de yaptı. Yunan denize döktüğünde çılgın Türkler beklenmeyen bir zafer kazanmışlardı.
Yıl 1923. Cumhuriyet kuruldu. Herkes yeni devletin yönetim şeklinin hangi yönde olacağını merak ediyordu. Kimileri Kurtuluş Savaşının son yıllarında başlayan sovyet rüzgarına kapılmıştı, kimi dini yönetimin devamından yanaydı ve içten içe padişahı geri istiyordu kimiyse liberaldi ve batının yıllardır sürdürdüğü para yarışına girmek gayesindeydi. Atatürk bunların hepsini reddetti. Çünkü öyle bir dönemdi ki bir ideolojiyi kabul etmek o devletin vesayetini kabul etmekti. Hangi tarafa yönelirse yönelsinler bağımsızlıkları tam anlamıyla yaşanmayacaktı. Ülkenin ilk yıllarında borçların büyük kısmı ödeniyordu ama enflasyon değerleri küçüktü. Çünkü dışa açılma çok sınırlıydı. Devletin yaralarını sardığı bu dönemde Atatürk isabetli bir kararla dışa kapalı bir gelişme seçmişti. Özellikle liberal - dindar kanat CHP'yi ne olduğu belli olmayan bir parti olmakla suçlayarak onu taraf seçmeye zorladılar. Çok partiye bir türlü geçilemedi. İttihat Terakki'nin devamı olan ve Atatürk'ün bir çok arkadaşının da arasında olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası muhalif liberallerin ilk denemesiydi ve kapatıldılar. Bu bir çok kişi tarafından Ata'nın dikdatöre dönüşmesi olarak görülse de benim şahsi fikrim yerinde bir karardı. Çünkü Terakkiperver Cumhuriyet Parti'nin yolundan giden sağ kanattan liderlerin politikalarının bizi giderek dışa bağımlı kıldığını görmemek için gerçekten gözlerimizi sımsıkı kapamamız gerek. Ama onların elinde yaptıklarını görmezden gelmemizi sağlayacak iyi bir silah var din. Dinin ne kadar etkili olduğundan daha önce bol bol bahsetmiştim.
1946 yılında liberal kanat ilk partisine halktan mükemmel bir destekle kavuştular. Hızlı bir şekilde libaralleşme çabaları başladı. Toprak ağaları desteklendi ve zenginler yaratıldı. Liberalleşmenin ilginç bir yönü önce inanılmaz bir zenginlik sonra hızlı bir çöküş getirmesidir. Kumar gibi, daha büyük oynamanız için önce sizi beslerler. Tabii halk bunu görmedi. NATO'ya girilerek tarafımız net bir şekilde seçildi. Ergenekon diye bildiğimiz oluşumun ilk şekillenmesi aynı dönemde oldu. Ergenekon Amerika'nın yakın dönemde Rus tehdidine karşı koruma olmak, uzak dönemde ise devletler üzerinde etkin bir üst güç haline gelerek bir yeri asker işgaline sokmadan kontrol edebilmek için oluşturulan GLADİO oluşumunun Türkiye ayağıdır. Bir çok ülkede kanlı darbeler gerçekleştiren bu oluşum yavaş yavaş ülkemize sızdıktan sonra onu ülkeye alan ismin de sonu oldu. Darbe onlar için bilinmeyen bir şey değil Abdülmecid ve Abdülhamit süreçlerinde de yapılmıştı ve devlete hiçbir yararı olmamıştı. Yine aynı şey oldu devlet daha fazla batağa saplandı. Her ne görüşte olursa olsun bir insanın bu şekilde idamı kabul edilemez. Tarihimizde kanlı bir yaradır. O günden sonra ülke hep cuntacıların getirdiği anayasalarla üretilecekti. 60 anayasası nispeten iyi hazırlanmıştı ve özgürleştirici düşünceler barındırıyordu. Fakat bu özgürlük ülkeyi saran ideoloji rüzgarlarının gölgesinde bir savaşa dönüştü. İlk dönem sosyalistler Deniz Gezmiş önderliğinde başlayan ve 68'de Fransa'daki öğrenci ayaklanmalarını örnek alan çocuklardı. Deniz o dönem içinde olsun olmasın her çıkan olayda göz altına alındı. 1967-1969 yılları arasında özellikle eğlence yerlerinin ve genelevlerin bulunduğu Beyoğlu'nda Amerika askerlerinin başlarından keplerini kapmak, üstlerine kırmızı boya atmak, üniformalarını jiletlemek ya da kıstırıp hırpalamakla başlayan antiemperyalist eylemler 69'da olaya sağ kanattan kişilerin tekbirlerle komunistlere karşı vatanı savunmasıyla kanlı bir şekilde son buldu.
Tarih yine 12 Mart. Bu sefer bundan 45 yıl öncesi. Olaylardan sonra asker yeniden bir darbe planına girişmişti. Ancak darbeyi önceden haber alan uyanık Demirel sayesinde darbe bir muhtıraya dönüştü. İstenen iki şey vardı. Demirel koltuğu bırakacak ve Deniz Gezmiş'in örgütü çökertilecekti. Öyle de oldu. Üç fidana kıyıldı ki hala tarihimizde bir yaradır. Bu işleri düzene sokacağına daha da karmaşaya sürükledi. Çünkü bir grubun liderini alırsanız geriye kolayca yönlendirilebilecek çapulcular kalır. 12 Eylül'e giden süreçte mafyalar ve suç arttı, insanlar daha da fakirleşti ve tüm bunlar sokağı besledi. Kan hiç durmadan arttı. Kahvehane baskınları, sokakları kendi küçük devletlerini kurar gibi bölüşen zıt görüşlü örgütler derken 12 Eylül geldiğinde bir bakıma düzen milletin hoşuna bile gitmişti. Ama bir çok kişinin haksızca öldürüldüğü hapse atıldığı o yıllar bugün kara bir gün olarak hatırlanıyor. Dönemi anlamak için Darağacında Üç Fidan çok iyi bir kaynak ve kesinlikle okunmalı.
Abdülmecid'e ve Abdülhamit'e darbeler yaparak gücünü korumaya çalışan İttihat ve Terakki'nin devleti sona sürüklediği açıktır. Bu yüzden darbelerle belirlenmemiş bizim olan bir anayasaya ihtiyacımız olduğu doğru. Ama bunu yine bazı devletlerin gölgesinde yaparsak sonuç değişmeyecek. Bu temenni ile Akif'in duasını tekrarlıyorum.
"Allah bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın."
Merhabalar.
YanıtlaSilEvet, Cenab-ı Hakk, bir daha necip Türk milletine İstiklal Marşı yazdırmasın. Ama bu gidişle yeni bir İstiklal Marşı yazacağa benziyoruz.
Selam ve dualarımla.
Tam da bugün yine bu konularda bir yazı yazıyordum. Onu da okursunuz umarım. Dünya biz Türk ve müslümanlar için giderek sıkıntılı bir hal alıyor. Gerçekten yeni bir marşın gerekeceği o günlerin gelmesinden korkar oldum.
Sil