Önceki yazımda bu sene oscarına konu olan ve yakın dönemimizde bizde de sıkça gündeme gelen taciz skandallarıyla ilgili konuşmuştum. Toplumlar ne kadar kuralcı olurlarsa olsunlar tarihin her döneminde ve her ülkede katiller ve hırsızlar çıkabildiği gibi sapıklar da çıkıyor. Bunların bir kısmı doğrudan cinsel istismara yönelirken, bir kısmı bu yönlerini baskılamaya çalışıyorlar. Bir noktada patlak verip olay ortaya çıktığındaysa halk haliyle katillere ve hırsızlara verdiğinden kaç kat fazla tepki veriyorlar. Türkçe'ye Tutku Oyunları olarak çevrilen Little Children filminde teşhircilik yaparken yakalanmış bir karakter tüm mahalle tarafından afaroz edilmiş, herkesin vebalı gibi uzak durduğu biri haline gelmişti. Öyle ki filmin bir sahnesinde sadece havuza girdi diye o ana kadar çocuklarıyla zerre ilgilenmeden oturan ebeveynler bir anda ayaklanıvermişti. O bir istenmeyendi. Kötülük Üzerine yazımda uzunca bahsetmiştim. İnsanlar karanlık yönlere sahiptir ve içten içe herkes bu yönlerinden suçluluk duyar. Bu duygudan kurtulmaları lazımdır ve bunun için kurbanlar seçerler. Toplumun içten içe ahlaksızlığı ve buna karşılık insanları yargılayıp cezalandırışı filmde çok iyi işlenmişti. Damgalama bir suçlunun onu suça iten problemlerden çıkmasını değil bataklığa sürüklenmesini sağlar. Karakter de sonunda intihar girişiminde bulunduğunda ona artık tümden acımaya başlayabiliyorsunuz. Bir sapık, bir suçlu da olsa o bir insan. Onu bu hale getiren sebepler bir yana her insanda olduğu kadar iyi yanlar da var onda.
Little Children filminde en etkili bulduğum sahneler teşhirci karakterimizin annesiyle birlikte olduğu kısımlardı. Bir anne ne olursanız olun sizi en çok seven kişidir çoğu zaman. İlk bahsedeceğim kitabın yazarı da damgalanmış bir çocuğun annesi. Anne Rice eşcinsel oğlunun intiharının etkisinde gotik edebiyatın en önemli eserlerinden birini yazıyor. Vampirle Görüşme serinin ilk kitabı, bir adamın kendi hayatını muhabire anlatması şekilde birinci tekille yazılmış. Kitap muhteşem ana hikayesiyle birlikte cinsel tabulara da ince ince dokunuyor. Kuşkusuz en vurucu karakteri ise Claudia... Vebanın dünyaya kol gezdiği dönemler tüm ailesini her şeyini kaybetmiş kimsesiz bir kız aralarında nefret-sevgi ilişkisi olan iki erkeğin hayatına bir anda öylece giriveriyor. Ana karakterimiz Louis tarafından dönüştürülen küçük Clauida dünyayı tanıyor, olgunlaşıyor ama vampirler dönüştürüldüğü yaşta kaldığı için hep çocuk bedeninde kalıyor. Baktığımızda üzerine vampir güzelliği yerleşmiş bu küçüğe hem Lestat'ın hem de daha duygusal ana karakterimiz Louis'in çekildiğini görüyoruz. Lestat ona türlü kıyafetler alarak zevklerine göre süslüyor. Onun için Claudia bir taş bebek gibi. Louis ise bir parça durumdan suçlu olduğundan buruk bir şekilde sempati besliyor. Bu sempatisi küçük kız tarafından onun için bir baba figürü konumundaki Lestat'a karşı savaşında kullanılıyor. Daha sonra Lestat ile bağlarını koparan karakterler uzun bir yolculuğa çıkıyorlar birbirlerine sığınarak. Hikayenin tüm kaotikliğine rağmen ilişkinin naif bir tarafı var. Bir baba yakınlığı ile aşk arasında gidip gelen bir ilişkilerini yazar o kadar iyi işlemiş ki ancak bu kadar iyi olabilirdi.
Benzeri bir konuyu işleyen bizden bir kitapsa Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabı. Burada Claudia'nın yerinde Nihal, Louis ve Lestat'ın yerinde Ender ve Çetin var. Nihal de Claudia gibi ölümle genç yaşında tanışıyor. Amerika'da yaşayan ağabeyi hariç tüm ailesini kaybediyor. Ağabeyi ise kendi yanına alacak yaşına gelene kadar kalması için bizim iki kafadara bırakıyor. Louis ve Lestat son derece yakışıklı, çekici mükemmellik abidesi iki karakterdi bizim Türkler ise klasik Türk tipi orta yaşlı erkekler. Biri kilolu, diğeri ise kel. Güzellikten fersah fersah uzak ama kalpleri altın gibi iki iyi dost. Neredeyse tüm hayatlarını birlikte geçirmiş insanların dostluklarına hep çok imrenmişimdir. Bunların ki tam da öyle işte. Ender'in ağzından dinlersek.
Bir anda tamam belki Claudia kadar küçük değil ama yarı yaşlarında bir kız hayatlarına giriyor ve bekar evinin rahatlığını bırakmanın telaşına giriyorlar. Sonra baba olmayı öğrenmek durumunda kalıyorlar. Sonunda ise bir kadına o kadar yakın olmanın uyandırdığı arzularla savaşıyorlar. Hikaye Ender'den Çetin'e mektup gibi birinci kişiyle yazılmış. Ender bu işin cinsel kısmından fazlasıyla utandığı için zihninde uyanan arzulardan iğreniyor ve kelimelerinde bile küçük küçük anlatabiliyor. Zaten düşündüğünüz anlamda bir yakınlaşma da olmuyor. Daha entel olan Ender kitaplar veriyor, üzerinde saatlerce sohbet ediyorlar. Bu sohbetler ona olan ilgisini daha da ileriye taşıyor. Hele Nihal'e şiir yazdığı bir bölüm var ki anlatılmaz yaşanır. İkili en büyük darbeyi Nihal'in çoktan başka birini sevdiğini öğrendiklerinde alıyorlar.
Ah zavallı Ender, zavallı Çetin... Birbirlerine bile zor itiraf ettikleri ve asla Nihal'e sezdirmedikleri aşklarının acısını çekiyorlar sessizce. Dertlerini birbirlerine bakışmalarla anlatarak. Ölümün kollarından çekip aldıktan sonra kol kanat gerdikleri, yaşadığı bunalımlardan çıkarmak için çabaladıkları, bir anlamda kişiliğinin tam şekillendiği zamanda yetiştirdikleri, naif bir sevgiyle bağlandıkları her şeyden önemlisi hayatlarının bir parçası birini kaybetmek nasıl acıdır bilir misiniz? Asla seni sevemeyeceğini bildiğin birini başka kollarda görmek. Üzerine yapıştırılmış baba misyonu ile arzularının arasında kalmak... Oğuz Atay görse gözünden damla damla yaş akar Tutunamayanusların cennetine buyur ederdi onları. Evet var öyle bir yer. Öyle bir yer ki niye geldiniz diye sorulmaz, anlatmak istemedikçe dokunulmaz, herkes buyur edilir.
Claudia bir vampirdi ve bu bedenini küçük yapsa da ruhu büyümüştü. Nihal ise yaşça daha büyük lise yıllarında bir kız. Bunlar size o kadar da pedofili tanımı olarak gelmemiş olabilir. Gelin rahatsız ediciliğin dozunu biraz daha artıralım. Vlademir Nobakov'un devrinde çok tartışılmış eseri Lolita diğerleri gibi değil gerçekten bir pedofili hastasının hayatını anlatıyor. Kitap karakterin hapishanede hayatıyla ilgili yazdığı itiraflardan oluşuyor. Yine birinci kişiden samimi bir anlatımı var. Humbert su periciği dedikleri on- on iki yaşındaki kızlara saplantılı bir ilgiye sahip. Hiç aşık olmadığı bir kadınla kötü giden beraberliğinin sonlanmasının ardından Amerika'ya gidiyor. Orada kiracı olduğu bir evde hep uzaktan izleyip arzuladığı su periciklerinden biriyle karşılaşıyor. Dolores Haze ya da karakterin ona seslendiği şekliyle Lolita... Kıza yakın olmak için her şeyi yapıyor ve sonunda tıpkı Louis ve Claudia gibi uzun bir yolculukta yakınlaşmaları ilerliyor. Diğerlerinin naif sevgisine karşılık Humbert gerçekten cinsel bir yakınlaşma çabasında. Bu açıdan çok cesur anlatımlara sahip. Asi ergenimiz Dolores içinde bulunduğu durumun farkında Humbert'a karşı bir nefret-sevgi ilişkisi besliyor. Hani gidecek başka bir yeriniz yokken birlikte olmak bir alışkanlık halini almışken yaşadığınız türden. Bir kızgınlık anında nefretini kusuyor, karakteri suçluyor, aşağılıyor. Ama sonra aynı noktaya geri dönüyorlar. Humbert sadece bir kızı duygusal ve cinsel istismar eden bir erkek değil. Onu gerçekten seviyor, baba misyonuyla korumaya çalışıyor hatta kızının hayatına erkekler girmeye başladığında oturup bu konuda ne yapması gerektiğinin konuşulduğu kitaplar okuyor. Tabii genelde inanmak istediği şekliyle uyuyor o ayrı. Humbert bir tecavüzcü değil, aynı şekilde Lolita da basit bir mağdur kız değil. Güzelliğinin gücünün farkında ve başta annesine karşı üstünlük mücadelesi için daha sonra da yarı intikam yarı da zorunlulukla Humbert'ı bolca kullanıyor.
Anlattığım her üç kitap da beyaz perdeye uyarlanmış. Lolita'nın 62'de Kubrick yapımı siyah beyaz, 97 ise erotizmi biraz daha artırılmış olan Adrian Lyne yapımı filmleri çekilmiş. Kitaplarını okuma fırsatı bulamasanız da filmleri izlemelisiniz. İnsana farklı bir bakış kazandırıyorlar. Tabii bunları pedofiliyi olumlayan kitaplar olarak bakılmamalı. Ama en azından bunun insan doğasının bir yönü olduğunu onların hepimiz kadar ahlaksız hepimiz kadar masum olduğunu yüzümüze vuruyor. Aynı zamanda dünyada siyahla beyazdan çok griler olduğunu anlatıyor. Sapkın eğilimleri olan karakterlerin, en dipteki Humbert'ın bile insani, iyi kalmış yanlarının olduğunu görüyor ve insanlara daha başka bakıyorsunuz.
Little Children filminde en etkili bulduğum sahneler teşhirci karakterimizin annesiyle birlikte olduğu kısımlardı. Bir anne ne olursanız olun sizi en çok seven kişidir çoğu zaman. İlk bahsedeceğim kitabın yazarı da damgalanmış bir çocuğun annesi. Anne Rice eşcinsel oğlunun intiharının etkisinde gotik edebiyatın en önemli eserlerinden birini yazıyor. Vampirle Görüşme serinin ilk kitabı, bir adamın kendi hayatını muhabire anlatması şekilde birinci tekille yazılmış. Kitap muhteşem ana hikayesiyle birlikte cinsel tabulara da ince ince dokunuyor. Kuşkusuz en vurucu karakteri ise Claudia... Vebanın dünyaya kol gezdiği dönemler tüm ailesini her şeyini kaybetmiş kimsesiz bir kız aralarında nefret-sevgi ilişkisi olan iki erkeğin hayatına bir anda öylece giriveriyor. Ana karakterimiz Louis tarafından dönüştürülen küçük Clauida dünyayı tanıyor, olgunlaşıyor ama vampirler dönüştürüldüğü yaşta kaldığı için hep çocuk bedeninde kalıyor. Baktığımızda üzerine vampir güzelliği yerleşmiş bu küçüğe hem Lestat'ın hem de daha duygusal ana karakterimiz Louis'in çekildiğini görüyoruz. Lestat ona türlü kıyafetler alarak zevklerine göre süslüyor. Onun için Claudia bir taş bebek gibi. Louis ise bir parça durumdan suçlu olduğundan buruk bir şekilde sempati besliyor. Bu sempatisi küçük kız tarafından onun için bir baba figürü konumundaki Lestat'a karşı savaşında kullanılıyor. Daha sonra Lestat ile bağlarını koparan karakterler uzun bir yolculuğa çıkıyorlar birbirlerine sığınarak. Hikayenin tüm kaotikliğine rağmen ilişkinin naif bir tarafı var. Bir baba yakınlığı ile aşk arasında gidip gelen bir ilişkilerini yazar o kadar iyi işlemiş ki ancak bu kadar iyi olabilirdi.
Benzeri bir konuyu işleyen bizden bir kitapsa Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz kitabı. Burada Claudia'nın yerinde Nihal, Louis ve Lestat'ın yerinde Ender ve Çetin var. Nihal de Claudia gibi ölümle genç yaşında tanışıyor. Amerika'da yaşayan ağabeyi hariç tüm ailesini kaybediyor. Ağabeyi ise kendi yanına alacak yaşına gelene kadar kalması için bizim iki kafadara bırakıyor. Louis ve Lestat son derece yakışıklı, çekici mükemmellik abidesi iki karakterdi bizim Türkler ise klasik Türk tipi orta yaşlı erkekler. Biri kilolu, diğeri ise kel. Güzellikten fersah fersah uzak ama kalpleri altın gibi iki iyi dost. Neredeyse tüm hayatlarını birlikte geçirmiş insanların dostluklarına hep çok imrenmişimdir. Bunların ki tam da öyle işte. Ender'in ağzından dinlersek.
"Seninle konuşmanın özel grameri: hemen hemen her cümle 'hatırlıyor musun' sorusuyla biter, ortak geçmişimizin G'si büyük yazılır, eylemlerimizin kipi daima güzel geçmiş zamandır ve Çetin ile Ender'i birbirine bağlayan bağlaçlar "
Bir anda tamam belki Claudia kadar küçük değil ama yarı yaşlarında bir kız hayatlarına giriyor ve bekar evinin rahatlığını bırakmanın telaşına giriyorlar. Sonra baba olmayı öğrenmek durumunda kalıyorlar. Sonunda ise bir kadına o kadar yakın olmanın uyandırdığı arzularla savaşıyorlar. Hikaye Ender'den Çetin'e mektup gibi birinci kişiyle yazılmış. Ender bu işin cinsel kısmından fazlasıyla utandığı için zihninde uyanan arzulardan iğreniyor ve kelimelerinde bile küçük küçük anlatabiliyor. Zaten düşündüğünüz anlamda bir yakınlaşma da olmuyor. Daha entel olan Ender kitaplar veriyor, üzerinde saatlerce sohbet ediyorlar. Bu sohbetler ona olan ilgisini daha da ileriye taşıyor. Hele Nihal'e şiir yazdığı bir bölüm var ki anlatılmaz yaşanır. İkili en büyük darbeyi Nihal'in çoktan başka birini sevdiğini öğrendiklerinde alıyorlar.
"Çetin bu nesil bizden daha iyi besleniyor, vitamini bol gıdalar alıyor,kundağa sarılmıyor, başları arkadan basık olmasın diye yan yatırılıyor, her gün banyo yapıyor değil mi? Olanakları daha iyi, çağımızın iletişim ağı, dünya ellerinin altında değil mi? Çetin sen de bir şey söylesene, Çetin bizi eziyor bu çocuk, mükemmelliğinden bir damla da bizim tasımıza koysun diye ağzımız açık bekliyoruz Çetin. Çetin bari kuyruk sallama!"
Ah zavallı Ender, zavallı Çetin... Birbirlerine bile zor itiraf ettikleri ve asla Nihal'e sezdirmedikleri aşklarının acısını çekiyorlar sessizce. Dertlerini birbirlerine bakışmalarla anlatarak. Ölümün kollarından çekip aldıktan sonra kol kanat gerdikleri, yaşadığı bunalımlardan çıkarmak için çabaladıkları, bir anlamda kişiliğinin tam şekillendiği zamanda yetiştirdikleri, naif bir sevgiyle bağlandıkları her şeyden önemlisi hayatlarının bir parçası birini kaybetmek nasıl acıdır bilir misiniz? Asla seni sevemeyeceğini bildiğin birini başka kollarda görmek. Üzerine yapıştırılmış baba misyonu ile arzularının arasında kalmak... Oğuz Atay görse gözünden damla damla yaş akar Tutunamayanusların cennetine buyur ederdi onları. Evet var öyle bir yer. Öyle bir yer ki niye geldiniz diye sorulmaz, anlatmak istemedikçe dokunulmaz, herkes buyur edilir.
Claudia bir vampirdi ve bu bedenini küçük yapsa da ruhu büyümüştü. Nihal ise yaşça daha büyük lise yıllarında bir kız. Bunlar size o kadar da pedofili tanımı olarak gelmemiş olabilir. Gelin rahatsız ediciliğin dozunu biraz daha artıralım. Vlademir Nobakov'un devrinde çok tartışılmış eseri Lolita diğerleri gibi değil gerçekten bir pedofili hastasının hayatını anlatıyor. Kitap karakterin hapishanede hayatıyla ilgili yazdığı itiraflardan oluşuyor. Yine birinci kişiden samimi bir anlatımı var. Humbert su periciği dedikleri on- on iki yaşındaki kızlara saplantılı bir ilgiye sahip. Hiç aşık olmadığı bir kadınla kötü giden beraberliğinin sonlanmasının ardından Amerika'ya gidiyor. Orada kiracı olduğu bir evde hep uzaktan izleyip arzuladığı su periciklerinden biriyle karşılaşıyor. Dolores Haze ya da karakterin ona seslendiği şekliyle Lolita... Kıza yakın olmak için her şeyi yapıyor ve sonunda tıpkı Louis ve Claudia gibi uzun bir yolculukta yakınlaşmaları ilerliyor. Diğerlerinin naif sevgisine karşılık Humbert gerçekten cinsel bir yakınlaşma çabasında. Bu açıdan çok cesur anlatımlara sahip. Asi ergenimiz Dolores içinde bulunduğu durumun farkında Humbert'a karşı bir nefret-sevgi ilişkisi besliyor. Hani gidecek başka bir yeriniz yokken birlikte olmak bir alışkanlık halini almışken yaşadığınız türden. Bir kızgınlık anında nefretini kusuyor, karakteri suçluyor, aşağılıyor. Ama sonra aynı noktaya geri dönüyorlar. Humbert sadece bir kızı duygusal ve cinsel istismar eden bir erkek değil. Onu gerçekten seviyor, baba misyonuyla korumaya çalışıyor hatta kızının hayatına erkekler girmeye başladığında oturup bu konuda ne yapması gerektiğinin konuşulduğu kitaplar okuyor. Tabii genelde inanmak istediği şekliyle uyuyor o ayrı. Humbert bir tecavüzcü değil, aynı şekilde Lolita da basit bir mağdur kız değil. Güzelliğinin gücünün farkında ve başta annesine karşı üstünlük mücadelesi için daha sonra da yarı intikam yarı da zorunlulukla Humbert'ı bolca kullanıyor.
Anlattığım her üç kitap da beyaz perdeye uyarlanmış. Lolita'nın 62'de Kubrick yapımı siyah beyaz, 97 ise erotizmi biraz daha artırılmış olan Adrian Lyne yapımı filmleri çekilmiş. Kitaplarını okuma fırsatı bulamasanız da filmleri izlemelisiniz. İnsana farklı bir bakış kazandırıyorlar. Tabii bunları pedofiliyi olumlayan kitaplar olarak bakılmamalı. Ama en azından bunun insan doğasının bir yönü olduğunu onların hepimiz kadar ahlaksız hepimiz kadar masum olduğunu yüzümüze vuruyor. Aynı zamanda dünyada siyahla beyazdan çok griler olduğunu anlatıyor. Sapkın eğilimleri olan karakterlerin, en dipteki Humbert'ın bile insani, iyi kalmış yanlarının olduğunu görüyor ve insanlara daha başka bakıyorsunuz.
İnsanların en çok sevdiği şey: Birilerini tamamen melek ya da şeytan olarak görmek. Şeytan olarak görmek tamam da (Neticede senin de söylediğin gibi: "İnsanlar karanlık yönlere sahiptir ve içten içe herkes bu yönlerinden suçluluk duyar. Bu duygudan kurtulmaları lazımdır ve bunun için kurbanlar seçerler." Dolayısıyla birilerini "şeytan" olarak görmek çok olağan.), melek ne alaka diyecek olursan, örneğin bu şeytanların karşısındakilerin çoğunlukla güzellik, zeka, iyilik, cesaret ve çeşitli erdemlerle donandığını görürsün. (Belki yazmak isteyip de ne yazacağını bilemezsen, bunun hakkında yazmayı değerlendirebilirsin, ha?) Şeytanlarsa tam şeytandır. Örneğin bir tacizci; hayatı boyunca hiçbir iyilik yapmadığı gibi, rezilce olmayan hiçbir şey de yapmamış, aklından çirkin olmayan tek bir düşünce geçirmemiştir sanki. Biri herhangi bir ahlaksızlık yapmayagörsün, sanki bizim ahlaksızlıkla hiç işimiz olmaz, ahlaksızlık bizim varlığımıza tamamen aykırı bir şeymiş gibi davranırız. O insanlar farklı bir türdendir sanki. Oysa her türlü sapkınlık ve ahlaksızlık içimizdedir, hem de hepimizin. Kıyamet Gösterisi kitabında şuna benzer bir laf vardı: "İnsan ne melektir, ne şeytan, ikisinin tam ortasında durur." Bu söze sonuna dek katılıyor ve hiç kimsenin kapkara ya da bembeyaz olmadığını düşünüyorum. Hepimiz griyiz.
YanıtlaSilLolita'yı duymuştum, Vampirle Görüşme'yi zaten okudum, söz ettiğin diğer yapımlar hakkındaysa bir fikrim yok. ("Bizim Büyük Çaresizliğimiz"i de duymuştum sanırım ama yabancı yapımı olduğunu sanacak kadar.) Little Children, insanlıktan men edilenlerin insani yönlerini gösteren her yapım gibi, ilgimi çekti ancak duyduğum kadarıyla çok rahatsız ediciymiş. Bu doğru mu yoksa insanları rahatsız etmesinin sebebi canavar addettiklerinin tamamen saf ve sapkınlıktan uzak olan onlardan çok farklı olmadığını yüze vurması (ya da onun gibi bir şey) mı acaba?
Bazen çocuklar yetişkinlerden "hoşlanır" ama bana kalırsa, yetişkinliğin gizeminden kaynaklanan bir hoşlantıdır bu. Yetişkinlere göre de aynı şey, çocuklar için geçerli olabilir. Yani bu yaşıtlara duyulan hoşlantıyla aynı şey değildir, en azından bence. Öte yandan, insan ilişkileri belli kalıplara sokmak için fazla karmaşık çünkü insanlar karmaşık. Hiçbirimiz tamamen kara ya da ak değilken neyin yanlış, neyin doğru olduğunu neye göre belirleyebiliriz ki?
Dediğin melek ve şeytan olayı romantik akım oluyor. Evet yazımda anlatmak istediğim grilerin olduğunu kimsenin salt kötülük için doğmadığını belirtmekti. Daha önce katiller ve hırsızlar üzerine de yazdım.
SilAnlattığım kitaplara gelince Bizim Büyük Çaresizliğimiz Barış Bıçakçı'nın kitabı. Yani Türk yapımı. Little Children ana konusunu aldatma üzerinden ilerletse de bir çok yan konuyla insanın karanlık doğasını çok güzel resmeden bir filmdi. Bir sevişme bir de teşhirci elemanın hafiften rahatsız edici bir masturbasyon sahnesi vardı ama o kadar da batmadı bana. Madam Bovary'e göndermeler falan da güzeldi. Lolita direk bir sapığın kafasına girildiğinden rahatsız edici olabilir bak bu herkesin yüzleşebileceği bir şey değil.
Çocuk-yetişkin ilişkisi hakkında dediğin gibi çoğu zaman bir etkilenmeden kaynaklanır bu. O yaşlarda bu hoşlantı aşkla çok kolay karıştırılır hatta cinsel arzuları da uyandırabilir. Ama genellikle bu tip bir ilgi zamanla azalıyor. Zaten kendinden çok genç kişilerle evlenen ünlülerin hep sonunda ayrılmaları da bu yüzden. Yalnız işin içine hastalıklı saplantılar girerse iş değişiyor. Lolita'da böyle bir durum vardı. Lolita'ya aşık olsa da diğer ergen kızları gördüğünde de arzuları kabarıyordu.
Genel ve mutlak doğrular aramak yerine kendi doğrularımızı oluşturmalıyız. Hırsızlarla ilgili yazımda "Zübüklerden kurtulmanın tek çaresi kendi zübüklüğümüzden kurtulmak" demiştim. Bu her şey için böyle.