17 Şubat 2016 Çarşamba

Kabil - Jose Saramago & Beşinci Dağ - Paulo Coelho // Tanrı ve Kötülük Üzerine

Latinler tarihleri boyunca pek çok acı çeken halklardandır. Siyahi değiller belki ama beyaz da sayılmadıklarından ikinci sınıf kalırlar. 1800lerde İspanya ve Portekiz sömürgesi iken gerek zorla, gerek misyonerlik çalışmalarıyla Hristiyanlaşmışlardır. Akabinde yükselen devrim rüzgarına kapılmış, kıtayı kontrol altına almaya çalışan Amerika'ya karşı savaş vermişlerdir. Bu süreçte devrimleri de görmüşlerdir, karşı devrimleri, darbeleri de. Bizde seksen döneminde yapılan işkencelerin bir benzerini belki de daha fazlasını yaşamışlardır. Amerikan vatandaşı Latinler ise tıpkı zenciler gibi kenar mahallelerde arka sıradakiler dizisi kıvamında hayatlar sürmüşlerdir. Zaten Latin bölgelerinde bir çok zencinin yaşadığını ve kültürlerinin iç içe geçmiş durumda. Kaderleri de yolları da ortak. Tüm bunlar onların dine bakışlarını etkilemiş elbette ve genel olarak eserlerinde özellikle kötülük problemine değindiklerini görüyorum. Bu yazımı bu konudaki iki uç esere ayırıyorum. Her ikisi de kutsal kitaplarda adı geçen birer kişinin hayatını hikayeleştiriyor.



Jose Saramago'nun seçimi adı vampir mitlerine kadar karışan yeryüzündeki ilk cinayeti işleyen, Kabil. Yazar Kabil ile tam bir anarşist portresi çiziyor. Kitaba göre beyaz ırk doğrudan Tanrı'nın yarattığı Adem ve Havva'nın soyu. Ancak onlar dünyaya bırakıldığında üzerinde yürüyen ilk insanlar değil. Doğanın kendisinden mi geldi yoksa Kur'an'da  meleklerin Tanrı'nın insanları yaratma kararı aldığı zaman "Yine bozguncu bir kavim mi getireceksin?" dediğinin geçmesi üzerine tartışıldığı gibi önceden yollanmış bir kavim mi bilmiyoruz ama siyahiler var ve o dönemin gücü onların elinde. Hatta karakterimiz bir siyahi kraliçe olarak resmedilen Lilith'in sevgilisi oluyor. Bana bu biraz tam da beyazlar tarafından getirilen dine tepki olarak konulmuş gibi geldi. Kabil hikayede Tanrı'nın yolunun tam tersinde ilerliyor. Zaten kitabın temel konusu da Tanrı'nın var olsa da dünyada bu kadar kötülüğe müsaade ettiğine göre güçsüz ya da kötü olması savı üzerine şekilleniyor. Kötülük suçlamasında ileri giden Kabil birebir şunları söylüyor.

"Onun en büyük kusuru kıskançlık. Kendi çocuklarından gurur duymaktansa hasedin sesine kulak vermeyi tercih etti, insanların mutlu olduğunu görmeye Efendi'nin dayanamadığı açık"

Kitabın genelinde de Tanrı'ya karşı böyle bir saldırgan üslup var. Kabil'in uzun bir yaşamı var ve pek çok peygamberin yaşamına da dokunuyor. Böylece eski ahitin üzerinden geçilip boşlukları yakalayarak kendine göre yeniden şekillendiriyor ve alternatif bir din tarihi oluşturuyor. Bir bakıma dinler tarihinin parodisi diyebiliriz kitap için. Örneğin kitaba göre araya girip Hz İbrahim'in oğlunu kurban etmesini engelleyen kişi Kabil. Uzun uğraşlarla ucu ucuna kurtarabiliyor. Peki gerçekten bütün bu acılar neden vardır? Dünya niye sürekli aynı karanlık döngüye sürüklenmekte kırbaç vuran eller değişse de sömürü hep devam etmektedir? Paulo Coelho'nun bu konuda tam ters noktadan bir bakış açısı çizmiş.

"Tanrı her şeyi yapabilir. Yalnızca bizim iyi olarak nitelendirdiğimiz şeyleri yapsaydı,  O'nun her şeye kadir olduğunu söyleyemezdik; o durumda evrenin yalnızca bir bölümüne hakim olurdu ve O'ndan daha güçlü O'nu gözetleyen ve yaptıklarını yargılayan başka bir varlık daha olurdu. Böyle olunca da ben, daha güçlü olan o 'bir başka varlığa' tapardım."

Coelho Beşinci Dağ kitabında nasıl bir öykü anlatacağını daha kitabın başlarında Levili adlı karakterin ağzından böyle açıklıyor. Bu fikrin kaynağı olan Eyüb kıssasından daha önce bahsetmiştim. Dünyada bir insanın daha başına gelmemiş bir trajedi zinciri yaşamıştır. Her şeyini kaybetmiş, hastalanmış, türlü acılarla sınanmıştır. Sebep hakkında oturup felsefe yapanlar da ahanda yukarıdaki sonuca varmışlar. Ama bu yanıt kitabın ana karakteri Hz İlyas'ı çok da tatmin etmiyor. İlyas Tanrı'dan korkuyor, onun dileklerine göre hareket ediyor ama en azından başlarda tam bir bağlılık içinde sayılmaz. Delirdiğini düşünüyor, eski peygamberler gibi asla olamayacağını bu yüzden bir yüz karası olduğunu düşünüyor, sorumluluğunun altında eziliyor ve elbette korkuyor. Çünkü savaştığı kişi Büyük Süleyman'ın krallığını yıkan Belkısla aynı ırktan ve peygamberlerin bile aciz kaldığı bir durumun altından kalkamayabilir. Yine de buyruğa karşı gelmiyor ve acı verici sonuçları olacak kararlar olsa da Tanrı'nın dileklerini yerine getiriyor. Okuduğumuz hikaye bizim kültürümüzdeki ideal peygamberler yerine kendini arayan bir adam portresi çiziyor. Büyük bir savaşın ortasında kalan karakter türlü olaylar sonunda şu sonuca varıyor.



Bu kadar kısa ve acılarla dolu bir yaşama neden böylesine asılıp duruyorsun? Verdiğin bu savaşımın anlamı ne? Bu sorunun cevabını veremeyenler, baş eğiyordu. Ama varlığına bir anlam vermeye çalışanlar, Tanrı'nın adaletsiz olduğunu düşünüp yazgısına başkaldırıyordu. İşte bu durumda, göklerden bir başka ateş iniyordu yeryüzüne- öldüren değil, eski duvarları yıkarak her insana gerçek yeteneklerini sunan ateş. Korkaklar, bu ateşin gönüllerini sarmasına hiçbir zaman izin vermiyordu-onların tek isteği, durumun en kısa sürede eskiye dönmesiydi; böylelikle eskiden olduğu gibi yaşamayı ve düşünmeyi sürdürebileceklerdi. Buna karşılık, yürekli olanlar, eskimiş, aşılmış olan her şeyi ateşe veriyor ve büyük iç acılar çekme pahasına her şeyi terk edebiliyorlar-Tanrı'yı bile- ve ilerlemeyi sürdürüyorlardı. 

"Yürekli olanlar her zaman inatçıdır."


Tanrı, göklerde hoşnutlukla gülümsedi: O'nun istediği buydu, her insanın, kendi yaşamının sorumluluğunu kendi eline alması. Sonuçta, oğullarını bağışların en büyüğü ile donatmıştır: seçim yapabilme ve kendi eylemlerine karar verebilme yeteneği. Yalnızca bu kutsal ateşle yanmış erkekler ve kadınlar, o'na meydan okuyacak yüreğe sahipti. Ve yalnızca onlar, kendilerini O'nun sevgisine geri döndürecek yolu biliyorlardı, çünkü başlarına gelen tragedyanın bir cezalandırma değil, bir meydan okuma, bir sınav olduğunu sonunda anlıyorlardı.


Bu noktada karakter benim hiç duymadığım Hz Yakub'un aslında Tanrı'nın kendisiyle sabaha kadar bir Tanrı olduğunu ve yenemeyeceğini bilmesine rağmen güreşe tutulduğu hikayesi geçiyor. Bu güreş aslında hayatın bizzat kendisini sembolize ediyor. Bizler Tanrı ile güreşen kullarız. O'na sevgisine ulaşmak için bizim önümüze koyduğu engellerle savaşmalıyız. O'ndan geliyor diye sitem edenler, yenileceğini düşünüp vazgeçenler kaybedenlerdir. Kitabın temel savı bu.

Bugün benim doğum günüm ve Beşinci Dağ bana erken gelmiş bir doğum günü hediyesiydi. Tam 24 yıl önce bugün ilk kez gözlerimi açmışım ve burnumdan giren ilk oksijenle ilk göz yaşlarımı dökmüşüm. Garip değil mi? Gülmeyi biz başkalarını taklit ederek öğrenirken göz yaşlarımız fiziksel ya da psikolojik her sıkıntıya karşı doğal tepkimiz. Elimizde doğrudan bize ait olan tek şey ve dünyanın mutlu bir yer olmadığının bir kanıtı. Aynı zamanda bize acılara karşı dayanmamızı bir nebze kolaylaştırmak için verilmiş bir rahatlatma sistemi. Tanrı'nın varlığı konusu tamamen inanç meselesi belki ama Coelho bir noktada haklı. Bu dünyaya bir güreş tutmaya geldik ve tutunmak için sonuna kadar savaşmalıyız. Sabrın sonu kendi küçük kıyametimiz olsa da acılara sabretmeli ayakta durmalıyız. Çünkü yaşamanın başka bir yolu yok. Kitap ihtiyacım olduğu dönemde bunu bana hatırlattığı için şanslı bir seçim oldu.

10 yorum:

  1. Jose Saramago, Ateist ve Komünist bir yazar olmasına rağmen Eski ve Yeni Ahit'i çok iyi ve derinlemesine bilen bir yazardır. (Zaten savaştığın gücün yapısını iyi bilmek zorundasın) Aynen "İncil'deki İkinci İsa" romanında olduğu gibi bu kısa kitabında da dinsel aktörlerin yapı ve kişilikleri çok iyi biliyor müthiş bir ironiyle yansıtıyor.
    Size minik bir soru cümlesi: Adem ve Havva cenneten kovulurken onlara hangi dilde hitap edilmiştir?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Zaten Kabil'de tüm incil kıssalarına tiye alarak değiniyordu. Bilgili bir yazar olmadan o eserin altından kalkamazdı.

      Soruna gelince Babil Krallığına kadar tüm insanların tek bir dil konuştuğuna dair bir inanç var. Dillere dolayısıyla milletlere bölünmek Tanrı'nın gönderdiği felaketlerden biri olarak anlatılır. Kabil kitabında da eğer yanlış hatırlamıyorsam buna bir gönderme vardı. Ama bu hangi dil denirse verecek net bir cevabım yok. Bazı din hocalarına sormuşluğum oldu ve Kur'anın dilinin Rabca olduğunu vurgulayarak ilk dilin böyle olduğu yanıtını almıştım. Yahudilere sorsan en çok peygamber kendi soyuna gönderildiğinden soylarını kutsal buldukları için İbranice diyeceklerdir muhtemelen.

      Kralkatili Güncesi'ni okuduğumda aslında zihnimde bu konuda bir yanıt daha belirdi. Kitapta her şeyin gerçek ismi vardı. İnsanların, fey denilen varlıkların, doğadaki maddelerin hatta rüzgarın bile. İsimleri bilen onlara hükmederdi. Bizde de Allah'ın 99 ismi var ve gerçek ismiyle dua edeni geri çevirmeyeceğini söylüyor. Belki de o günlerde konuşulan dil de buydu. Her şeye gerçek isimleriyle sesleniyorduk. Kim bilir belki onlara hükmediyorduk. Belki cennet bu yüzden isteğimize göre şekillenen mükemmel bir yer. Sonra kibirlenip kendimizi de dünyayı da mahvetmeye başladık ve ağırlığını kaldıramadığımız isimler bizden alındı. Bunlara net cevabı kim verebilir ki?

      Sil
    2. Mehmet bey, bu tip sorular bana çok manasız geliyor. Cevabı bilsek ne, bilmesek ne? Neyi değiştirir ?

      Sil
    3. Hiçbir şey. Ama düşünmek zevkli bir uğraş. Ben sorudan gocunmadım.

      Sil
    4. Sevgili lord, düşünce tarzını beğeniyorum. Yazdıkların bile ufkunun açık olduğunu gösteriyor. Sevgili Elif Sarı'nın cevabı bilsek bilmesek neyi değiştirir yanıtı ne yazık ki, araştırma ve öğrenme tutkusunun yokluğu sonucunu çıkarıyor.
      Umberto Eco bu sorunun peşine düşerek "Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı"nı yazdı. Sevgili lord bu kitabı okumanızı isterim.

      Sil
    5. Açıklanmasından anladığım kadarıyla bir dünya dili oluşturma projesinden bahsetmiş. İngilizler o yarışı Amerikan farkıyla kazandılar gibi görünüyor. Üç beş nesil sonra insanlar artık zorunluluktan ikinci ana dil gibi benimseyecekler.

      Sil
  2. Lord, çok etkilendim. Yazımda blog linkini vererek alıntı yapabilir miyim?

    YanıtlaSil
  3. Selam.
    Ben Kabil'i pek sevemeyenlerdenim, belki de inancım gereği o şekilde hitaplarla anlatılması, kurulan cümlelerde ki ironi hoşuma gitmedi.
    Bende bu yüzden yazarın diğer kitaplarını okumaya kara verdim. Bu kitabını sevmesem de anlatım dili, akıcı dili ve bilgisi yadsınamaz sonuçta.
    Beşinci Dağ ve diğer kitaplarla birlikte Paulo C. favori yazarımdır. Çook seviyorum anlatımlarını.
    Keyifli okumalar, sevgiler.

    YanıtlaSil
  4. Kendi görüşünün dışında bir kitabı okumak zor bir iş. Ama ben sonuna kadar onu anlamaya çalışarak devam etmiştim Kabil'e.

    YanıtlaSil