"Dünyayı küçük olarak mı yoksa büyük olarak mı görmek daha yararlıdır? Bu şu anlama geliyor. Sıradan insanlardan çok büyük farklılık gösteren büyük adamlar, komutanlar, güçlü devlet adamları, iyi yada kötü karakterli fatihler ve hükümdarlar herhalde öyle yaratılmış olmalılar ki dünya onlara küçük bir satranç tahtası gibi görünüyordur. Aksi halde onlar böylesine soğuk böylesine katı ve bireyin refahını hiçe sayan pervasızca bir tutum içinde olmazlardı. Hele bir de onların planlarının dışına çıkılmaya kalkışılsın o zaman vay başımıza geleceklere! Ama diğer taraftan da böylesine kısıtlayıcı bir anlayış kuşkusuz insanın hayatta hiçbir şey yapamamasına neden olabilir. Çünkü kim dünyayı ve insanları az dikkate alır ya da hiç almazsa ve erken yaşlarda bunun önemsizliğini içselleştirirse bütünüyle kayıtsızlığa ve tembelliğe yönelecek ve insan ruhu üzerindeki her türlü etkiyi küçümseyecek ve bu etkinin ortadan kalkmasını tercih edecektir. Duygu yoksunluğu sayesinde paylaşma ve çabalama konusundaki eksikliğini her yerde belli ederek bu iddiayı dünyayı küçümseyip hor görmesi dışında kendisini başarıya götürecek yolları kapatacaktır.
Dünyada ve insan denilen varlıkta büyük, muhteşem ve önemli bir şeyler görmek daha mı akıllıcadır? Bu durumda bütün bunlar biraz saygı ve itibar görmek için her türlü coşkuya ve insana hizmet eden her türlü çabaya değerdi. Bu görüşle çelişen şey ise bu kadar yüceltici ve saygılı bir görüşle insanın kendi değerinin farkına varamayacağı ve kendisini mahcup hissedeceğidir. O zaman da dünya kendine daha erkeksi sevgililer bulmak için bu saygılı aptal oğlan çocuğunu hiçbir zaman dikkate almaz ve ona sadece gülümseme bahşetmekle yetinir. Ancak diğer taraftan böyle bir güven duygusu ve safdillik büyük yararlar da sağlar. Çünkü kim her şeyi ve insanları ciddiye alır ve önemserse onların duygularını okşamak ve böylece kendisine bazı yararlar sağlamakla kalmaz aynı zamanda da bu kişinin düşünceleri ve davranışları büyük bir ciddiyet tutku ve sorumluluk bilinci kazanır. Bu da onu sevimli ve önemli bir kişi yapar. En büyük başarılara ve sonuçlara götürür."
Dünya gerçekten de bu ikisi etrafında dönüyor. Dünyayı bir satranç tahtası gibi gören efendilere bir bakalım. Sezar'dan, Cengiz Han'a, Timur'dan Fatih Sultan Mehmet'e, Adolf Hitler'den daha bir çok diktatör ve kendi çaplarında deha olan liderler evet büyük zaferler kazanmış, dünyaya korku salmışlardır. Ama bir çoğu bir noktada tökezler, en tepeye çıktığı bu noktada artık o kadar yüksektelerdir ki küçük şeyleri gözlerinden kaçırırlar. Dünyayı yönetmek için bir toplum mühendisliği projesi olan Modernleşme kuramlarının çok iyi hesaplanmış olmasına rağmen pek çok yerde duvara toslamaları ve bunun ardından önce 24'te sonra 70'te iki büyük kriz yaşanmasının temel sebebi yine budur. Her plan bozulmaya mahkumdur ve bunun sebebi her zaman küçük detaylardır. Diğer uç nokta ise yolun başında olanlar için geçerli. Bir metrepole gidip gökdelenleri ilk gören köylüler gibi sistemin muazzamlığına yeni tanık olanlar ondan etkilenmeden edemezler. Bunların büyük kısmı kelebekler gibi ateşin etrafında döne döne içine düşer, ölürler. Onlar tutunamayanlardır. Romanların zavallı kahramanlarıdır. Thomas Mann'ın 1955'te ölümünden kısa süre önce Romanyalı hırsız Georges Manolescu'nun hayatından esinlenerek yazdığı Dolandırıcı Felix Krull'un İtirafları kitabının baş karakteri bu ikisinin ortasında gidip geliyor. Şehre yeni gelmiş büyüklüğünü yeni tanıyan saf bir yalaka gibi davranıyor ama ince ince oyunlar oynayarak yükseliyor. Kitapta yazar Aziz Nesin deyimiyle bir zübüğün toplum içinde adım adım yükselişini anlatırken, tıpkı Camus'un Düşüş'ü gibi insanoğlunun kendi zübüklüğünü de yüzüne vurmaktan çekinmiyor. Kitap erken modernist dönemde geçtiği için o zamanların şirket mantıklarını da bir otel üzerinden güzel yansıtmış. Birinci kişiden sizinle konuşur gibi samimi bir anlatımı var kitabın.
Felix Krull'un derdi kitap boyunca ne yükselip en tepeye oturmak ne de büyük paralar kazanmak oluyor aslında. O sadece dünyayı hayatı deneyimlemeye çalışıyor. Kendi hayatını kolaylaştırmak adına da gizli yasak yolları seçiyor. Catch Me If You Can filminde Dicaprio tarafından canlandırılan Frank Abagnale de lüks bir yaşam için yasak yola yönelenlerden. Karakter pilotların etrafında onlarca hostesle gezmesine imreniyor ve pilot rolüne girişiyor. Sahtecilikte inanılmaz bir başarıya sahip olan karakter sahte çeklerle milyon dolarlara varan vurgunlar yapıyor. Peşindeki polisi bir çok kez alt ettiği bu kedi fare oyunun sonunda ise sonunda gerçek bir iş sahibi oluyor. Kendi gibi dolandırıcıları yakalamak. Hikaye ana hatlarıyla tıpkı gerçekte olduğu gibi filme aktarılmış ki bu tip durumlar ilk ya da son değil. Suç kendi çapında bir yaratıcılık içeriyor ve sistemi sistemin kurucularından daha iyi anlayıp onun boşluklarına sızma becerisi getiriyor. Dediğim gibi bir sistemin ne kadar üstündeyseniz küçük ayrıntıları o kadar çok kaçırırsınız ve biri gelip milyon dolarlarınızı bu gizli kör noktalardan kaçırabilir. Philip Arnold'un ünlü Baron Rothschild ve Tiffany’nin sahibi Cahles Tiffany’yi dolandırmasını sağlayan biraz cesaret ve biraz yetenekti. Dünyanın tepesindeki şirketlerin sahibi olan bu kişiler dolandırıcının ağına düştüklerini geç olana kadar anlayamadılar, çünkü hiçbir zaman sistemin en altında doğan bu insanları anlamak için çaba sarfetmemişlerdi.
Dünya değiştikçe yeni dolandırıcılık yöntemleri gelişmeye devam ediyor. Örneğin Eiffel kulesini hurdacıya satmaya çalışan Victor Lustig yeni bir dolandırıcılık yolu açtı. Onun peşinden büyük köprüleri, yolları, devlet arazilerini satmaya çalışan bir çoğunun türemesine yol açtı. Bu durum Özal'ın o dönem yapılan İstanbul Köprülerini kamulaştırması sonrası bize de sıçradı. Yeşilçam filmlerine kadar konu olan trajikomik olaylara neden oldu. Daha sonra hem dünyada hem de bizde binlerce kişinin parasını kaptırdığı saadet zincirleri ortaya çıktı. Bugün ise kendini savcı, polis gibi tanıtıp insanlara bir suça karıştıkları yanılsaması yaratıldıktan sonra psikolojiyle mükemmel bir şekilde oynanarak kurban köşeye sıkıştırılıyor ve sonunda binlerce lirasından oluyor. Siber suçlarsa bambaşka bir dünya. Bir çok arka yolu olan siber alem konusunda en gelişmiş devletler bile aciz kalabiliyor. Sistemin tepeden bakmakla hata yaptığının farkına varıp sokaklara kitlelere indiği postmodern çağda arka sokakları kör noktaları saptayıp önlem almak için tek yolun çoğu zaman bizzat onlardan birini onlara karşı kullanmak olduğunun farkına vardılar. Yorgun çakallarla biraz konfor karşılığında anlaştılar. Gizli saklı muhbir ya da danışman olarak çalışan böyle bir çok suçlu var.
Son olarak dolandırıcılığı bir yarışmaya döndüren manga serisi Liar Game'den bahsetmek istiyorum. Kurgusu değiştirilip kısaltılarak Japon ve Kore yapımı dizilere çevrilse de mangasını bulup okumanızı özellikle öneriyorum. Konusu kısaca şöyle "Aptallık derecesinde dürüst" olarak tanımlanan ana karakterimiz bir gün kapısında büyük miktar para buluyor ve bunu saklaması isteniyor. Bir tür ön eleme olan bu oyunda herkes birbirinin parasını çalarak yükselmek zorunda. Bizim kızımız elbette parasını kaybediyor. Bunun üzerine yeni çıkmış bir hırsızdan yardım alıyor. Sonrasında iş dünyasından siyasete bir çok göndermelerle dolu oyunlarda birlikte hayatta kalmaya çalışıyorlar. Oyunlar öyle düzenlenmiş ki nasıl kumarda her zaman kasa kazanıyorsa bunların kendi aralarında birbirlerini yeme çabaları hep kendi sonlarını hazırlayıp sistemi kazandırıyor. Hayatta kalmanın tek yolu ise gerçek anlamda birlikte olup oyun kuruculara karşı çalışmak. İnsanoğlunun hırsı ve karanlık doğası oldukça iyi işlenen mangada çok önemli bir ahlak soruları soruluyor. Bir insan böyle karanlık bir dünyada temiz kalabilir mi? İnsanların içinde saf ve temiz kalan bir yan var mı? Dünya için hala umut var mı yoksa çoktan oyun kurucular her şeyi ele mi geçirdiler?
Ve sormaktan yorulduğumuz o soru: Dünya için hala bir umut var mı?
Sanırım dünyanın en hileli sorusudur bu. Umut derken neyi kurtarmak adına? Kitabı ve mangayı okumadım ama demek istediğini az buçuk anladıysam eğer, karanlık dünya içinde bulunduğumuz bozuk düzeni temsil ediyor ve düzenin görünmeyen tarafındakiler de saf ve temiz yanı. Bu şekildeyken Di Caprio'nun oynadığı karakter aslında temizliğin nasıl saf bir niyetle karanlık tarafa ayak uydurmaya çalıştığının bir simgesi olarak okunabilir. Peki bu saf niyetin kurtarılacak yanı nedir? Açıkçası şu anki sistemi eleştirirken bile üste çıkmaya çalıştığımız bir şekilde kendi çıkarlarımız doğrultusunda olmuyor mu? En sonunda bizde, herkes gibi, kaybeden taraf olmak istemiyoruz. Öyle değil mi?
YanıtlaSilEllerine sağlık. Gerçekten bağlantı yerlesi kuvvetli bir yazı olmuş.
Bahsettiğiniz ikilemi ben de görüyorum. İncelerseniz bir çok yazımda bu ikilemden bahsettim zaten.
SilBeğeniniz için ayrıca teşekkür ederim. Mutlu oldum.
O zaman sizce dünya için hala bir umut var mı?
SilBilmem. Umarım vardır, yoksa yaşamın kendisi anlamını yitirecek.
Sil
YanıtlaSilLiar Game'i bir ara takip ediyordum. En son serinin dokuzuncu cildinde bırakmış, araya gelişen birkaç hadise sonucu da unutmuştum. Sayende anımsadım, müsait bir vaktimde devam edeceğim. Seriyi okurken Mark Twain'in sözü aklıma gelmişti. Mark Twain insanların aya benzetip, karanlık bir yönü olduğunu dile getirirken, bunun gerek kişisel hırslarının neticesiyle başvurdukları hadiselerle, ve insana has 'bencilliklere' yorumlamıştım. Tabii daha nice konuyu da ele alınabilinir aynı şekilde bu hırs ve bencillikler olumlu bir gayeye de çekilebilinir? Çok mu iyimser bakıyorum? Eh, sanırım demeyeceğim, hayır. Bence amaca bağlı bir netice umutsuzluğun, umudu tüketmesi. Danganronpa'yı bilir misin emin değilim. Takip ediyorsan az çok ne demek istediğimi anlarsın. Seride de bir ölüm oyunu işlenmişti. Dünya'nın dört bir yanı felaketler eşiğinde kuşanmış ve mahsur kalan kişiler bu ölüm oyununa katılmak zorunda kalınıp, davranışları canlı yayın olarak dünya'ya yayınlanıyordu. Serinin şuan ki oyunundan bahsetmek istiyorum. Gaye basitti, oyuncular bileklerine takılan bileklikten uyku ilacı aldıktan sonra derin bir uykuya dalıyor ve bir kişiye de birisini öldürebilinecek süre içerisinde uyanık kalıyordu. Bu zamanda eğer kimse ölmediyse oyun kazanılıyordu. Elbet organizasyonun arasında bir hain ve hain olduğu inanılan kişiler vardı. Bu da olayları kızıştırmış, insanlar arasındaki güveni açmıştı. Buna rağmen tam tersi inanışa inanıp, gruptakilerin birbirine olan güvenlerini sağlamlaştırıp, 'umutsuzluğu' 'umut' ile silmek isteyenlerde yok değildi. Bana göre umutsuzluğun olduğu kadar umutta her daim var. Olmasaydı bazı şeylerin üzerinden gelip gülümseyemezdi insan. Felix Krull'u okumadım. Fakat merak etmedim değil. Listeme aldım. :)