5 Nisan 2016 Salı

Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk / Türkiye'nin Bir Tuhaf Tarihi

Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk'tan okuduğum ilk kitaptı ve benim için iyi bir tanışma kitabı olduğunu söyleyebilirim. Yazarın dilinin ağır, anlatımının yavaş olduğu söylenegelmiştir ama bu kitabında anlatacaklarının yoğunluğunun da etkisiyle sıkmayan sade bir kitap ortaya çıkartmış. Orhan Pamuk'a yanlış bir kitapla başlayıp tutunamayanlara, ya da benim gibi ilk okumasını yapacak olanlara rahatlıkla önerebileceğim bir kitap. Kitap bir yaşam öyküsü olmakla birlikte bir dönem romanı. Türk edebiyatında da film dizi sektöründe de bir çok dönem anlatan yapımlar çıktı. Ancak bunlar genelde spesifik olarak bir dönemi anlatmayı seçerlerdi. 50ler ve 60ları anlatan "Ben Onu Çok Sevdim" adlı Menderes'i anlatan dizi, 70 ve 80leri anlatan "Hatırla Sevgili", "Çemberimde Gül Oya" ve komedi dizisi olarak yeni bir yorum katmış olan "Seksenler" bir dönem atvde çıkan "Doksanlar" dizisi gibi. Ama Türkiye'nin yakın dönemini tek bir öyküde toplamak 60ların sonlarından aldığı hikayeyi 2012'ye kadar ulaştırmak yazar adına güzel bir başarı olmuş. Perde arkasında dönemi anlatarak ilerlettiği hikaye bana Khaled Hosseini'nin kitaplarını hatırlattı. Mevlüt benim neslimin babalarının neslinden geliyor tam. bu yüzden kitabı okurken sık sık evde dinlediğim hikayeleri tekrar yaşıyor gibi oldum. Bu yüzden bu yazı hem kitap yorumu hem de kendimden hikayeler olacak. Kitabın kurgusunun ana çatısını anlatmayacağım, o yüzden rahat olun.


Yazılarımda da vurguladığım olmuştur, ben bir şeyi gereğinden fazla dramatize ederek anlatan kitaplardan pek fazla hoşlanmıyorum. Pamuk bu anlamda her şeyi olabildiğince basit bir yalınlıkla almış. Yetmişlerde kendini olayların ortasında bulmuş bir gencin o naif şaşkınlıkları, her konudaki cahillikleri, olayların akışı içinde nasıl sürüklendiği, çağın insanının kafa yapısı, cinsellik konusundaki kendini keşfedişi, ilk deneyimleri, çocuk gelin meselesi gibi konular diğer kitaplarda bulamayacağım türden bir yalınlıkla verilmiş. Sosyal mesaj verilme, kamu spotu iliştirme kaygısı yok. Olan olduğu gibi geçiriliyor. Karakter profilleri başarılı psikolojik tahliller içerdiği gibi yazarın halkımızı ne kadar iyi anladığının da bir göstergesi. Daha kitabın ilk sayfalarında bu yönleriyle beni kendine çekti. Mevlüt 57'de doğuyor, 50lerde başlayan İstanbul'a göç furyasına kapılıp 63'te İstanbul'a geliyor. Çocukluğu İstanbul sokaklarında baba mesleği bozacılığı öğrenmesiyle geçiyor. Sokak satıcılarının seslerinin caddeleri doldurduğu günlerden bir kesit görüyoruz. Doksanlardaki çocukluğumda sayıları çok azalmıştı bunların, zamanla eskiciler ve zihnimize işlenen sözleriyle overlokçuları saymazsak pek bir şey kalmadı onlardan. Boza haber bulamayan haber kanallarının kış sohbeti konusunun ötesinde anlamını kaybetti. Yazar bu boza ve satıcılık konusuna özellikle değinmiş çünkü Mevlüt'ün sonraki yaşamı da sokaklarda direnerek geçiyor. 60ların sonu ve 70lerde Kütahya şehir değil taşra kasabası durumundaydı ve dedemlerin geniş aile halinde kaldıkları çiftlik sayılabilecek bir evleri vardı o yıllarda. Ellerinde ürettikleri şeyleri satmak onlar için de önemli bir geçim kaynağıydı. O yıllarda çocuk olmak bugünkü gibi rahat evlerde kitaplar ve internetle uğraşmak değil hayatla savaşa başlamaktı pek çoğu için. Ticareti parayı pek çoğu daha erken yaşlarda öğreniyordu.

70ler aynı zamanda sağ sol çatışmalarının yılları ve dediğim gibi Mevlüt de ister istemez olayların ortasına bir şekilde giriyor. Evden dinlediğim kadarıyla sol kesim kendi bölgelerine "kurtarılmış bölge" olarak adlandırırdı. Ülkücü tayfa ise vurgusunu din üzerinden yapar özellikle dindar kesimleri sahiplenirdi.Silahlanma artmıştı, insanların içindeki korku bunu daha da artırıyordu. Kitapta bu iki mahalle üzerinden anlatılıyor. Duttepe ve Kültepe. Bunların ikisi de o günlere kadar bir arada yaşamış, aralarında ortak bir çok şey olan ailelerken yetmişlerde Alevi ve Kürt ağırlıklı Kültepe sol kesime, dindar olan Duttepeliler ise ülkücülere yöneliyor. O devirde okuduğunuz okul, yaşadığınız mahalle kaderiniz olurdu. Aynı manzara Mevlüt'ün başına geliyor. Önce kendini komunistlerle afiş asarken buluyor. Bu afiş asma olayını kendi çapında betimlemesi deneyimlerini anlatması çok hoştu. Sonra dönüyor ve bu sefer sağcı tayfa ile slogan yazma işine girişiyor. Tüm bu olaylar arasında kendince tarafları çözümlediği de oluyor. Örneğin solcuların fakirin yanında oluşlarını seviyor ama dinden uzak olmalarını anlayamıyor. Kendisi de dindarlığından hiç vazgeçmiyor zaten ve boza konusunda karşısına sıkça boza alkollü müdür muhabbeti çıktığında olayın dini boyutunu hararetle savunuyor. Yazar karakterin ergenliğine de değinerek tüm bu olayların ortasındaki kişilerin aslında hayatının baharında çocuklar olduğunu yüzümüze vuruyor. Ailemde her görüşe yönelen en az bir insan olduğundan çok geniş bir açıdan olayları anlama imkanı bulmuştum. Başı sonu olmayan bir savaştı bu. Herkes haksızdı, herkes haklıydı... Kaybeden korunmaya çalışılan o ülke oldu her türlü.

80lerde karakter askere gidiyor ve darbe gündeminden büyük bir şansla sıyrılıveriyor. Askerlik anılarından o dönemin ordusundan da bir manzara görüyoruz. Askerden dönüşte evleniyor. Kendinden küçük çocuk yaşta kızla olan bu öyküsünde dönemdeki kadın algısı yansıtılıyor. 15lerinden sonra kızların nasıl evliliğe hazırlandıkları, 17sini geçmeden bir çoğunun evlendirildiği ve bunun normalliği anlatılıyor. Ama ben gencim daha evlenmeyeceğim kafasında dramatik karakterler yerine olayı kabullenmiş, hatta evlilik hayalleri kuran kadınlar geçiyor. O dönemler hala mazbut babaların kontrolünde eve kapanmış kızların gizli gizli yaşadıkları aşklar anlatılıyor. Hikayelerine çok girmeyeceğim ama Rayiha ile evlenmelerinin ardından birbirlerine kolay ısınıyorlar. Kapalı toplumlarda yaşamanın verdiği azgınlıkla çok geçmeden çocukları oluyor. Mevlüt geçimleri için sokak satıcılığına ve türlü işlere devam ederken Rayiha onun en büyük destekçisi oluyor. Babaannemden çok dinlediğim manzaralar yaşanıyor burada. Evde kadın üretim işinde çalışır, önceki günün malını kurtarabildiği ölçüde kurtarır, evde yoktan var üretmek için çabalar. Kocası da karısının yaptıklarını sokak sokak dolaşarak satar. Erkeğin başarısının altında kadının emeği, dayanışması vardır. Mevlüt yıllar sonra bile arkasında dimdik durmuş, desteğini esirgememiş bu kadını bitmemiş bir sevgiyle anabiliyorsa, bugünkü ilişkiler gibi dağılmamışsa aralarındaki ilişki sebebi bu dayanışma, yaşanan zorluklardır. O günlerde insanlar yaşamla boğuşmaya o kadar odaklanmışlardı ki birbirleriyle didişseler bile bunu meseleye dönüştürecek zamanı bulamıyorlardı. Tabii kadınların ne kadar ezildiğini, bir kadına belanın hep erkeklerden geldiğini de görüyoruz. Ama çizilen profiller söylediğim gibi dramatize olmaktan uzak daha ziyade seven ve her şeye rağmen anlamaya çalışan bir Anadolu kadını çiziyor karşımıza. Bu dayanışmanın kalmaması bir parça kısa süren evliliklerin sebebi olarak görülebilir.

Daha sonra Camus'un Veba'sını anlatırken tasvir ettiğim benim içine doğduğum dünyaya geliyoruz. Kürtler, ortadoğu, bitmeyen meseleler, dinmeyen kan ve tüm bunların ortasında debelene debelene sürdürülen yaşamlar. Bir parça Araplar gibi özentilik kaygısıyla yapılmış gökdelenlerin gölgesinde bir İstanbul, bir garip Türkiye manzarası... Modernleşen dünyada artık yaşlı kalmış olan bir Mevlüt görüyoruz. O dönemin insanlarının bugünün dünyasına bakışlarını görüyoruz. Özellikle ilk defa şişede boza görmesiyle bu daha bariz anlatılıyor. Sözlerimi kitaba adını da veren ve benim de sık sık aynısını düşündüğüm o sözlerle bitiriyorum.

"Kafamda bir tuhaflık var, ne yapsam bu alemde yapayalnız hissediyorum kendimi."

3 yorum:

  1. Sevmedim, sevemedim şu adamı. Masumiyet Müzesi istisna.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Anladığım kadarıyla aslında yavaş yavaş okuyucuya daha çok hitap etmeye başlamış yazar. Bu kitap mesela Masumiyet Müzesi sonrası yazılmış. Yoksa ben de çok ağır bulup kaçardım.

      Sil
  2. Teşekkürler
    https://islamguzelahlaktir.blogspot.com

    YanıtlaSil