Tarih boyunca bir bölge vardır ki buraya sahip olan dünyaya sahip olur: Bereketli hilal... Bu tanım eski dünyanın bir çok medeniyetinin doğduğu ve battığı bir bölgeyi anlatmak için kullanılır. Güneyde Arabistan Çölü ile kuzeyde Doğu Anadolu dağlık bölgesi arasında yer alır. Eski Babil toprakları ile hemen yakınındaki Elam'dan (bugün İran'ın güneybatısı) Dicle ve Fırat ırmakları ile Asur topraklarına kadar uzanır. Zağros Dağlarından, batıda Suriye üzerinden Akdeniz'e, güney yönünde de Filistin'in güneyine kadar olan toprakları içine alır. Mısır'ın Nil Vadisini de bu bölge içine sokanlar vardır. Bölgenin eski tarım toplumları için önemi bir çok hayvan türünün ilk bu bölgeden yayılıyor olmasıdır. Pek çok yiyecek kaynağının yetişmesi için elverişli bölgeler buralardır. Hayatta kalmanın beslenmeye bağlı olduğu çağlar düşünülürse bu bölgenin o dönemki değeri daha iyi anlaşılır. Bereketli topraklar sadece en güçlülerin sahip olabildiği vaadedilmiş cennettir. Ona sahip olmak ve korumak içinse o toprağı kanla beslemeniz gerekir. Daha fazla ve daha fazla. Nitekim zaten kan hiç eksik olmamıştır. Bölge tek tanrılı dinlerin de doğduğu bölgedir aynı zamanda ve tüm dinler için kutsal bir anlamı olan Kudüs bereketli hilalin kalbidir. En çok kan burada dökülür. Her bir din görünüşte oranın kutsallığından gerçekte ise toprakların değerinden ve zenginliğinden dolayı burayı ister. Modernizmle ise kan dökülmesine sebep daha büyük bir şey çıkmıştır bu topraklarda: Dünyadaki en değerli petrol yatakları yine buradadır. Zaten petrolü doğuran şey önceden yok olup gitmiş milyonlarca insan, bitki ve hayvandır. Kanla beslenen toprağın meyvesidir petrol. Sebep olduğu şeyse daha fazla kandır.
Geçmişte savaşlar daha adildi. Bir bölge için yapılan savaşta komutan ordusunu toplar bölgeye girer yener ya da yenilir ama yenerse de kendi kanıyla kazanırdı. Bugünse işler daha karmaşık çetrefilli yollarla ilerliyor. Büyük devletler en başta da ABD ve Rusya bölge üzerine bahis kurup poker masasına oturuyorlar ve oradaki insanların hayatları üzerine bahse giriyorlar. Kazanılan ve kaybedilen yiten canlar oluyor. Elleri büyük ölçüde temiz kalıyor. Dünyaya kendilerini medeni ve özgürlük getiren iyi adamlar olarak tanıtıyorlar. O bölgenin yaşamaya çalışan kurban edilmiş insanları ise birer vahşi, birer terörist olarak anılıyor. İşin komik tarafı o insanlar da bunu kabul ediyorlar. Çoğu zaman boyun eğiyorlar, Amerikan askerlerinin postalları topraklarına basarken çok değil bir kaç ay sonra olacakları bilmeden ya da belki düşünmek istemeyerek bir umut ışığı görüp sevecenlikle karşılıyorlar. Kimi bu ateş çemberinden kaçıp Avrupa'ya, Amerika'ya göçmenin yollarını arıyor. Ama orada da İslamofobiyle karşılaşıp neonazilerce eziliyor dışlanıyorlar. Bizde bile yakın zamanda göçen Suriyeli insanları, okullarımıza bedavadan yerleştiği alt sınıf işçi olarak ucuzluğundan dolayı vatandaşların işlerini ellerinden aldığı gibi sebeplerle istenmiyor. Misafirperver bir toplumuz belki ama bizde misafirlik üç gündür. Daha fazlasında pek çok kapı suratınıza kapanmaya başlar. Görece duyarlı insanlar ise bu acı manzarayı gördüğünde olanlar için bir iki dakika üzülüp, biraz haklarında kafa patlatıp büyük devletlere siyonizme söven konuşmalar yapıyor, acıları üzerinden siyaset yapıyor, o haberi bir süre tükettikten sonra da önlerine atılan bir başka haberi tüketmek üzere yeni olaylara yöneliyorlar. Bazen yardım kamyonları için bir şeyler yapanlar var ama bunların sayısı hem az hem de bunu bile dolandırıcılık malzemesine çevirdikleri için kimse yeterince güvenemiyor. Paris'e Roma'ya Amerika'ya tüketim katedrallerini görmek için kapitalist bir hac yolculuğu yapan zenginlerimiz ise bu bölgelere gidip yaşananları görmeyi yardım etmeyi düşünmüyor bile. Bunu deneyenler çok az. Modernizmin bizi kendi ülkemizdeki, şehrimizdeki yoksullardan korkar, uzaklaşır, hallerinden habersiz sanki onlar hiç yokmuş gibi yaşayan kişiler haline getirdiği düşünülürse uzaktakini düşünmek çok fazla şey ummak olacak. Onu da anca kendini bir şey yapıyormuş gibi göstermeye bayılan zenginlerimiz yapıyor ki yardımlarının yerine gerçekten ulaştığından bile şüpheliyim. Tabii gerçekten duyarlı çok küçük bir azınlığı bu sözlerimin dışında tutuyorum.
Bizim en büyük eksiklerimizden biri de haberlerde kırkbeş dakika ile geçiştirilen bu olayların iç yüzünü, oranın insanlarının acısını gösterebilmek dikkat çekebilmek. Yaşadıkları soykırım vahşetini tekrar tekrar gözümüze sokan Yahudilerden de, tüm öğrencilerini Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp onları atom bombası gerçeği ile yüzleştiren yeniden yaşanmaması için çalışmalarını ve birlik olmalarını öğütleyen Japonlardan da fersah fersah gerideyiz. İki gün sonra 18 Mart Çanakkale Şehitleri günü örneğin. Kilometrelerce öteden Anzaklar gelip atalarını anıyorlar ama biz çoğumuz bunu yapmıyoruz. Kimse görmüyor anlamıyor demeden önce biz sesimizi güçlü bir şekilde çıkarıp insanlara anlatmalı, çocuklarımıza göstermeli, bu şekilde bilinçlenmeliyiz. Bu konuda en etkili yol ise kuşkusuz kitaplar ve beyaz perde ama maalesef dişe dokunur pek az yapım var. Khaled Hosseini'nin eserleri bunlarıdan biri. Afgan yazar, Afganistan'ın kan dolu tarihini oranın insanlarının gözünden anlatıyor. Sadece basitçe bir dram da yapmıyor hem kendi tarihinin bir öz eleştirisini yapıyor hem de bölgenin sorunlarını döşediği küçük olaylarla, iyi işlenmiş karakterleriyle mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Üstelik bunun yanında dostluğa, sevgiye, kardeşliğe dair insanlık dersleri veriyor. İlk kitabı Uçurtma Avcısı iki farklı sınıftan farklı dünyalardan iki erkek çocuğunun gözünden bakıyor Afganistan'a. Emir ünlü ve zengin bir iş adamının oğlu Hasan ise onların hizmetçisi alt sınıftan bir babanın oğlu, bölgede sevilmeyen Şii bir grup olan Hazara'lara mensup. Emir aslında pek çok zengin çocuğundan biri. İstediği her şeye sahip ama mutsuz, ailesinden yeterince ilgi görmemiş ve hayatını babasının dikkatini çekebilmeye adayan biri. Hasan ise... Hasan işte. Onda bizim eski Türk romanlarındaki masum çocukları görüyorsunuz. Temiz yürekli, cesur, alabildiğine naif... Zenginler için böyle insanlarla yüzleşmek zordur aslında. Onların en büyük korkularıdır. Çünkü şartlar farklı olursa ki modern dünyada şartların değişivermesi son derece olağandır kendilerinin olacağı hayatı temsil ederler. Bu hayat hem büyüleyici ölçüde gizemli hem de korkunçtur. Emir'in Hasan ile ilişkisini belirleyen de bu ikilemdir. Kitap Hasan'ın çektiği türlü acılarla dolu macerasını anlatırken arka fonda da önce Sovyetler, sonra iç çatışma, sonra Taliban en sonsa Amerika'nın geçtiği bir tarih anlatılır.
Yazarın diğer romanı Bin Muhteşem Güneş ise aynı olayları bu sefer iki kadının gözünden ele alıyor. Kadınlar için Arap Toprakları daha zor daha çetin. Çektikleri acıların üstüne bir de cinsiyetleri yüzünden ezilmeleri hor görülmeleri ekleniyor. Hayata zaten bir sıfır yenik başlamış oldukları için bu sefer hikaye ilkine göre daha sarsıcı. Daha damardan işliyor insana içini titretiyor. Karakterlerden biri Meryem bir harami. Zengin bir babanın hizmetçilerinden biriyle iki dakikalık zevkinden doğmuş bir çocuk. Yaşadıkları yüzünden histerik bir hale gelmiş annesi tarafından sürekli eziliyor çünkü kadının ona hayatı öğretebilmek için bildiği tek yöntem bu. Babası vicdan rahatlatmak için onlara yardımını esirgemiyor ama Meryem'in asıl istediği şeyi duygusal bir yakınlığı asla bulamayacağını öğrenmesi yaşamının ilk büyük acı tecrübesi oluyor. Leyla ise daha rahat bir çocukluk iyi bir ailenin yanında mutlu bir yaşam geçiriyor. Birini seviyor ve onunla hayaller kuruyor ama yaşadığı acımasız zamanlar onun hayatını da altüst ediyor. İşte bu iki farklı yaşamın hikayesi iki ayrı koldan uzanıp birleşiyorlar. Sonunda bu iki kadın cehennemden sağ çıkabilmek için birbirine yaslanıyorlar. Yine aynı tarih bambaşka bir yüzüyle yeniden anlatılıyor. Okuduktan sonra alt üst oluyor acılarına üzülüyor bir şey yapamadığınız, yapmadığınız için kendinizden utanıyorsunuz. Zaten yazarın amacı da bu. Bu iki kitap gibi daha fazla kitaba daha fazla filme ve yeniden sarsılmaya ihtiyacımız var. Arap baharı adı altında süren katliamların, terörün ortasındaki bereketli toprakların acıları daha fazla anılmalı, unutturulmamalı. Yazıyı Uçurtma avcısından bir alıntıyla bitiriyorum.
Geçmişte savaşlar daha adildi. Bir bölge için yapılan savaşta komutan ordusunu toplar bölgeye girer yener ya da yenilir ama yenerse de kendi kanıyla kazanırdı. Bugünse işler daha karmaşık çetrefilli yollarla ilerliyor. Büyük devletler en başta da ABD ve Rusya bölge üzerine bahis kurup poker masasına oturuyorlar ve oradaki insanların hayatları üzerine bahse giriyorlar. Kazanılan ve kaybedilen yiten canlar oluyor. Elleri büyük ölçüde temiz kalıyor. Dünyaya kendilerini medeni ve özgürlük getiren iyi adamlar olarak tanıtıyorlar. O bölgenin yaşamaya çalışan kurban edilmiş insanları ise birer vahşi, birer terörist olarak anılıyor. İşin komik tarafı o insanlar da bunu kabul ediyorlar. Çoğu zaman boyun eğiyorlar, Amerikan askerlerinin postalları topraklarına basarken çok değil bir kaç ay sonra olacakları bilmeden ya da belki düşünmek istemeyerek bir umut ışığı görüp sevecenlikle karşılıyorlar. Kimi bu ateş çemberinden kaçıp Avrupa'ya, Amerika'ya göçmenin yollarını arıyor. Ama orada da İslamofobiyle karşılaşıp neonazilerce eziliyor dışlanıyorlar. Bizde bile yakın zamanda göçen Suriyeli insanları, okullarımıza bedavadan yerleştiği alt sınıf işçi olarak ucuzluğundan dolayı vatandaşların işlerini ellerinden aldığı gibi sebeplerle istenmiyor. Misafirperver bir toplumuz belki ama bizde misafirlik üç gündür. Daha fazlasında pek çok kapı suratınıza kapanmaya başlar. Görece duyarlı insanlar ise bu acı manzarayı gördüğünde olanlar için bir iki dakika üzülüp, biraz haklarında kafa patlatıp büyük devletlere siyonizme söven konuşmalar yapıyor, acıları üzerinden siyaset yapıyor, o haberi bir süre tükettikten sonra da önlerine atılan bir başka haberi tüketmek üzere yeni olaylara yöneliyorlar. Bazen yardım kamyonları için bir şeyler yapanlar var ama bunların sayısı hem az hem de bunu bile dolandırıcılık malzemesine çevirdikleri için kimse yeterince güvenemiyor. Paris'e Roma'ya Amerika'ya tüketim katedrallerini görmek için kapitalist bir hac yolculuğu yapan zenginlerimiz ise bu bölgelere gidip yaşananları görmeyi yardım etmeyi düşünmüyor bile. Bunu deneyenler çok az. Modernizmin bizi kendi ülkemizdeki, şehrimizdeki yoksullardan korkar, uzaklaşır, hallerinden habersiz sanki onlar hiç yokmuş gibi yaşayan kişiler haline getirdiği düşünülürse uzaktakini düşünmek çok fazla şey ummak olacak. Onu da anca kendini bir şey yapıyormuş gibi göstermeye bayılan zenginlerimiz yapıyor ki yardımlarının yerine gerçekten ulaştığından bile şüpheliyim. Tabii gerçekten duyarlı çok küçük bir azınlığı bu sözlerimin dışında tutuyorum.
Bizim en büyük eksiklerimizden biri de haberlerde kırkbeş dakika ile geçiştirilen bu olayların iç yüzünü, oranın insanlarının acısını gösterebilmek dikkat çekebilmek. Yaşadıkları soykırım vahşetini tekrar tekrar gözümüze sokan Yahudilerden de, tüm öğrencilerini Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp onları atom bombası gerçeği ile yüzleştiren yeniden yaşanmaması için çalışmalarını ve birlik olmalarını öğütleyen Japonlardan da fersah fersah gerideyiz. İki gün sonra 18 Mart Çanakkale Şehitleri günü örneğin. Kilometrelerce öteden Anzaklar gelip atalarını anıyorlar ama biz çoğumuz bunu yapmıyoruz. Kimse görmüyor anlamıyor demeden önce biz sesimizi güçlü bir şekilde çıkarıp insanlara anlatmalı, çocuklarımıza göstermeli, bu şekilde bilinçlenmeliyiz. Bu konuda en etkili yol ise kuşkusuz kitaplar ve beyaz perde ama maalesef dişe dokunur pek az yapım var. Khaled Hosseini'nin eserleri bunlarıdan biri. Afgan yazar, Afganistan'ın kan dolu tarihini oranın insanlarının gözünden anlatıyor. Sadece basitçe bir dram da yapmıyor hem kendi tarihinin bir öz eleştirisini yapıyor hem de bölgenin sorunlarını döşediği küçük olaylarla, iyi işlenmiş karakterleriyle mükemmel bir şekilde yansıtıyor. Üstelik bunun yanında dostluğa, sevgiye, kardeşliğe dair insanlık dersleri veriyor. İlk kitabı Uçurtma Avcısı iki farklı sınıftan farklı dünyalardan iki erkek çocuğunun gözünden bakıyor Afganistan'a. Emir ünlü ve zengin bir iş adamının oğlu Hasan ise onların hizmetçisi alt sınıftan bir babanın oğlu, bölgede sevilmeyen Şii bir grup olan Hazara'lara mensup. Emir aslında pek çok zengin çocuğundan biri. İstediği her şeye sahip ama mutsuz, ailesinden yeterince ilgi görmemiş ve hayatını babasının dikkatini çekebilmeye adayan biri. Hasan ise... Hasan işte. Onda bizim eski Türk romanlarındaki masum çocukları görüyorsunuz. Temiz yürekli, cesur, alabildiğine naif... Zenginler için böyle insanlarla yüzleşmek zordur aslında. Onların en büyük korkularıdır. Çünkü şartlar farklı olursa ki modern dünyada şartların değişivermesi son derece olağandır kendilerinin olacağı hayatı temsil ederler. Bu hayat hem büyüleyici ölçüde gizemli hem de korkunçtur. Emir'in Hasan ile ilişkisini belirleyen de bu ikilemdir. Kitap Hasan'ın çektiği türlü acılarla dolu macerasını anlatırken arka fonda da önce Sovyetler, sonra iç çatışma, sonra Taliban en sonsa Amerika'nın geçtiği bir tarih anlatılır.
Yazarın diğer romanı Bin Muhteşem Güneş ise aynı olayları bu sefer iki kadının gözünden ele alıyor. Kadınlar için Arap Toprakları daha zor daha çetin. Çektikleri acıların üstüne bir de cinsiyetleri yüzünden ezilmeleri hor görülmeleri ekleniyor. Hayata zaten bir sıfır yenik başlamış oldukları için bu sefer hikaye ilkine göre daha sarsıcı. Daha damardan işliyor insana içini titretiyor. Karakterlerden biri Meryem bir harami. Zengin bir babanın hizmetçilerinden biriyle iki dakikalık zevkinden doğmuş bir çocuk. Yaşadıkları yüzünden histerik bir hale gelmiş annesi tarafından sürekli eziliyor çünkü kadının ona hayatı öğretebilmek için bildiği tek yöntem bu. Babası vicdan rahatlatmak için onlara yardımını esirgemiyor ama Meryem'in asıl istediği şeyi duygusal bir yakınlığı asla bulamayacağını öğrenmesi yaşamının ilk büyük acı tecrübesi oluyor. Leyla ise daha rahat bir çocukluk iyi bir ailenin yanında mutlu bir yaşam geçiriyor. Birini seviyor ve onunla hayaller kuruyor ama yaşadığı acımasız zamanlar onun hayatını da altüst ediyor. İşte bu iki farklı yaşamın hikayesi iki ayrı koldan uzanıp birleşiyorlar. Sonunda bu iki kadın cehennemden sağ çıkabilmek için birbirine yaslanıyorlar. Yine aynı tarih bambaşka bir yüzüyle yeniden anlatılıyor. Okuduktan sonra alt üst oluyor acılarına üzülüyor bir şey yapamadığınız, yapmadığınız için kendinizden utanıyorsunuz. Zaten yazarın amacı da bu. Bu iki kitap gibi daha fazla kitaba daha fazla filme ve yeniden sarsılmaya ihtiyacımız var. Arap baharı adı altında süren katliamların, terörün ortasındaki bereketli toprakların acıları daha fazla anılmalı, unutturulmamalı. Yazıyı Uçurtma avcısından bir alıntıyla bitiriyorum.
"Her şey bir yana hayat bir Hint filmi değil. Afganların en sık yinelediği deyiştir: Zendagi migzara. Hayat devam ediyor.Başlangıcı, sonu, kemyah, nahkami, bunalımları, sevinçleri önemsemeksizin, ağır, tozlu bir kervan gibi ilerliyor."
Her iki kitapta çok güzel anlatıyor Taliban'ı.. son derece etkileyici romanlar. siz de çok güzel yorumlamışsınız..
YanıtlaSilTeşekkürler.
SilBlogumdaki yorumunuzdan buldum sizi hemen takibe aldım Uçurtma Avcısı'nı çokça merak etmekteyim en yakın zamanda da okuyacağım.
YanıtlaSilhttp://dilekce54.blogspot.com.tr/
Evet hatırladım. Teşekkürler. Yorumlarınızı bekliyorum.
SilOkur okumaz yorum yapacağım.
Silelinize sağlık çok iyi betimlemeler olmuş..doğu insanının acılarını yansıtan bilgiler..
YanıtlaSilİki kitabı da okudum, Khaled Hosseini sevdiğim bir yazar. Yazıyı okuduğumda bir süre önce Ve Dağlar Yankılandı'yı okumaya karar verdiğimi ve aklımdan çıkmış olduğunu fark ettim. Umarım tekrar unutmadan okuyabilirim.
YanıtlaSilGörüşmek üzere :))
Onu ben de okumadım henüz.
Sil"Ve Dağlar Yankılandı" yazarın okuduğum ilk kitabıydı. Kitap tek bir romana pek çok hikayeler eklenmiş gibiydi. Çarşıdan aldım bir tane eve geldim bin tane gibi. Yazarın hikaye kurgulama yeteneği beni şaşırtmıştı. Bu kitabı okursanız, mutlaka yorumlayın da zira sizin yorumlarınızı okumak ayrıca keyifli ...
SilTanımadığım bir yazar. Ne yazık ki önüme koyduğum hedefler bakımından yakın zamanda da okuma şansım yok. Ancak anlatımınız sebebiyle yorumunuzu ilgiyle okudum. Özellikle edebiyat eserlerinin değerlendirilmesi yönünden bloğunuzu anlamlı buluyorum.
YanıtlaSilHakkında kısmına eklediğim gibi ben içimi dökmek istediğim meseleleri anlatırken arka fona bana destek olmaları için en iyi dostlarımı kitapları yerleştiriyorum. Benim söyleyemediklerimi onlar söylesin dilimin dönmediğini anlatsın diye.
Silİlginize teşekkür ederim.
tarihten bu yana ele geçirilmek istenen kutsal topraklarda yaşayan insanlara biçilmiş hayatların acı dolu yaşanmışlıklarını çarpıcı bir şekilde aktarmıştır hosseini. iki kitabı ve sonradan çıkardığı ve dağlar yankılandı kitabını da okudum. beni bir kadın olarak en çok etkileyen bin muhteşem güneş olmuştu.
YanıtlaSilBenim de en çok hoşuma giden Bin Muhteşem Güneş. Ve dağlar Yankılandı elimde var ama okuma fırsatı bulamadım henüz.
SilKhaled çok sevdiğim bir yazar ve bu iki kitabı da çok hoşuma gitmişti.Yorumunuza sağlık..
YanıtlaSilTeşekkürler.
Sil